Knowing-Kehanet

Günlerce başının etini yedim annemin, 'Kehanete gidelim! İzleyelim! Gidelim!' diye...

Nihayet aramalarım sonuç verdi de DVD'sini buldum. Annemle oturup izledik bugün..

Başında içim sıkıştı valla, yok yok, filmin geriliminden değil, ışık şefi tuvaletten çıkmayı unutmuş, o yüzden... Filmin konusu macera/gizem/gerilim idi, karanlık doğaldı fakat onun da adabı var ya...
Bir ara karizmatik başrol Nicolas Cage'in(filmden bir sahne) o derin mavi gözlerinden başka bir şey görmedik ki vallaha tıkandım... Bu karanlık anlayışına hayranım, diyorum ki, montajcı filmin belli bölümlerini yaktı, böyle 'sanat' havası kaktırdılar rezil olmamak için... Şükür ki ikinci bölümde kabız ışık şefi geri döndü, karanlık da sınırı aşmadı...

Onun haricinde harika bir filmdi, bir iki görüntü hatasını saymazsak Oscar adayı bile gösterilebilir, alsın diyorum!
Konuya değinmemiz gerekirse, bundan elli yıl önce yeni açılan bir okulun resmi törenine renk katmak maksadıyla öğrencilerden projeler istenir. Lucinda Embry'nin fikri olan zaman kapsülü kurul tarafından onaylanır. Bu fikir ise şöyledir: Her öğrenci geleceğin neye benzediğini resmedecek, bunlar da bir zaman kapsülü ile elli yıl sonra açılmak üzere toprağa gömülecektir.
Herkes bir heyecan resim çizer, Lucinda ise boyuna rakamlarla doldurur bir kâğıdı...
Aradan elli yıl geçer, astrofizikçi John Koestler'ın yegâne varlığı, oğlu Caleb ve sınıfı zaman kapsülünü açar... Lucinda ablamızın kâğıdı Caleb'ın eline geçer ve macera başlar. Astrofizikçi amcamız tesadüf eseri kâğıttaki rakamların son elli yıl içinde gerçekleşen felaketlerin tarihi, ölü sayısı ve koordinatlarına ait olduğunu keşfeder.
Son üç rakam hariç, tüm kehanetler gerçekleşmiştir. İşin kötüsü, sonuncu kehanet o kadar da basit çaplı değildir...
Benden aldığı not: 7/10 (hem de Oscar alsın dedim... Ne yaman çelişkidir bu :P)
Spoiler bölümünü izlemeyenler okumasın derim, tüm tadını kaçırabilirim :))
Aman aman bir film değildi, ama izlemeye değerdi...
-----------spoiler------------
'This is not over, son!' Ne kadar içli bir sahneydi o, dram dediğin budur!
Efenim, söylemesi ayıp ben Caleb giderken çok pis ağladım...
'You and me, together, forever!'
Determinizm hakkında bildiklerimi karıştırdı bu film... Hani John babasına sarılıyor, ölüyorlar ya, determinizmi nasıl karısına bağladı? Anlayan anlatabilir mi?
Sanırım bu filmde bir tek ben ağladım, diyorum hormonlarım bozuldu, diye...
Fakat filmin sonunun havada kaldığını söyleyebilirim... Ayrıca Nicolas Cage her zamanki gibi aşmış, almış yürümüş...
Filmde sanki Hristiyanlık propogandası var mıydı, bana mı öyle geldi?
Bu arada film bana bir çağrışım yaptı ama, neydi, hangi filmdi anımsayamıyorum... Hatırlayınca yazacağım!
Sonunu tahmin etmiş olup, sürpriz beklentilerimi elim böğrümde toprağa gömdüm... Orada Caleb'ın gideceği, başka bir yere taşınacağı, dünyanın bumlayacağı belli değil miydi?
Ayrıca çok kaymak bir yere götürdüler veletleri, kıskandım... O kadar fısıltı duymaya değer!
-----------spoiler------------

Sürücü Adayı


----Sözümü geç de olsa tutuyorum ;))----


Küçüklüğümden beri tek çocuk olmanın artıları her zaman gözüme fazla görünmüştür, bir defa doğuştan gelen şişik egom her daim okşanır, çünkü dört ailenin tek çocuğuyumdur... Ayrıca sülaledeki en ukala ve en (öhöm öhöm, övünmek gibi olmasın :P) inek evlat olmam sebebiyle gelen geçen ahtapot saçımı okşar, 'Cici çocuk' filan der. Bazen sıksa da ben bu ilgiyi seviyorum ve paylaşmayı da asla düşünmüyorum, eğer diyecek olursanız ki 'Kardeşin yerini kim tutar?' aslanlar gibi kuzenlerim var ki, beraber büyüdük...

Ama bazen, 'Keşke bir abim olsa...' diyorum... Ciddi ciddi istiyorum bunu. Benden 7-8 yaş büyük, benim kadar ukala, inek, eğlenceli ama benim kadar sivrelmeyen, kuzenimin devraldığı görevleri (oyun yükleme, virüs taraması, yeni kitaplar, yeni filmler, Lost ve Prison Break DVDleri, sulu şakalar, yazlık maceraları) hakkıyla yerine getirse ve en önmlisi bana katlanabilse diyorum... Ama özellikle belirttiğim gibi benden büyük olmalı ki küçük çocuk olan ben ilgiyi saklayabileyim :))

İşte filmimizin başrol oyuncularından Rupert Grint (filmden bir kare) de 'Abim olsa keşke...' dediğim tiplerden; eğlenceli, yakışıklı, zeki, sempatik... Zaten filmi de sır bu yüzden aldım, zira çok zayıf bulduğumu söyleyebilirim, boş zaman doldurmak için, öylesine izlenecek bir film...


Konumuz ise şöyle: Annesi tarafından çok katı kurallarla 'süt' bir çocuk olarak yetiştirilen Ben, bir türlü ehliyet alamamaktadır. Annesinin isteği üzerine o yaz tatilde Katolik yaz okuluna katılacak, araba kullanmayı öğrenecek ve bir iş bulacaktır.

Eski bir pembe dizi yıldızı olan Evie'nin(Julie Walters) (filmden bir kare) yanında işe başlar.

Evie, absürd istekleriyle ve kendine has üslubuyla Ben'i o süt çocuk kimliğinden uzaklaştırır, o yaz sonnda Ben, ilk defa annesine karşı gelmiş, kendi istediklerini yapmıştır... Üstüne üstlük, yetiştirilme tarzına bütünüyle başkadırmıştır, kâh Evie ile kampa, kâh Edinburgh'e giderek...


Diyorum ki 6,5/10... Pek bir atraksiyonu, önermesi yok, ama o Edinburgh ve Londra sahnelerine bakmaya kıyamam... Ayrıca yönetmenin eğlenceli bir stili var, sıkmıyor, hatta eğlendiriyor...

Not: Bu filmi sadece Rupert için izlediğimi itiraf ediyorum. Ama beklediğimden iyiydi, hatta Moskova'da bir yarışmada jüri özel ödülü bile almış...

Geçmişimi Kurcalıyorum

Aydın'a ilk geldiğimi günlere dair bir anı silsilesi tarafından pestile çevrildim dear okur...

Sana da anlatayım da sorunlu çocukluk dönemimi gör, gelecekteki/şimdiki çocuğunun böyle olmaması için dua et, zira ben annemin yerinde olsaydım kendimi ya fabrikaya geri yollar ya da toplum düzenini bozduğum gerekçesiyle imha ederdim, o derece sorunluydum...

Öncelikle, kesinlikle fazla duygusal bir çocuktum, yakın bir arkadaşımla oyun oynasak, kaybetsem, o yendiği için çok mutlu diye hoplar zıplardım, parka top oynarken karıncayı ezsem kıyıya bir yere gömer, mezar taşı diye de fallı sakızların jelatinini tepesine dikerdim. Biçilmiş çimlere kıyamazdım, öldüler diye üzülürdüm(şey, galiba bunları hâlâ yapıyorum, aramızda kalsın). Harry Potter ilk çıktığında almıştım, o zamandan vardı içimde bu doğa üstü olay merakı, ve kitabı okurken Lilly ile James'in öldüğünü öğrenince ağlamıştım, utanmıyorum, yine olsa yine ağlarım...
İnanıyorum hâlâ doğaüstü güçlere, ama asayla olanlarına değil, çakralara ve beyin sinyallerine dayananlarına... Telepatide epey takıldım mesela, nadiren bir arkadaşımı yoğun olarak düşünür, özlersem ya beni rüyasında görüyor ya da çağrı/mesaj atıyor. Ama yanlış anlamayın hemen, televizyona karşı düşünüp de 'Lakers yensin!', 'Kobe sayı yapsın!' diye düşününce olmuyor, denemişliğim var.

Çok ukalaydım, hatta şimdikinden de ukala... Sınıfta sağlıklı bir biçimde ders işleyebilmek için mutlaka beni oyalamak lazımdı, çünkü sıkılınca zincirleme olarak herkesi etkiliyordum. Hâlâ yapabiliyorum bunu ama bir öğretmenin bu kadar çırpındığını görmeye dayanamıyorum, sınıftaki sinekleri izliyorum, kitap okuyorum ya da telepati yapmaya çalışıyorum, kapıyı filan açmak için uğraşıyorum :)) Önceden kendi problemlerimi çözer, yanımdakine anlatırdım, sonra da xox filan oynardık... Hele bitişik eğik yazıyla (nam-ı diğer el yazısı) ilk tanıştığımda güzel yazı defterini kapatıp 'Ben bunu yazmam, çok tipsiz!' demiştim... Anasınıfında öğretmenime adıyla hitap ediyordum...

Haftada bir annemi tehditle beni tiyatroya götürmesi için ikna ediyordum, bir ara Rüştü Asyalı ile kanka bile olmuştuk... Hatta Kültür Bakanı beni tiyatroda o kadar yetişkinin içinde dekorlar hakkında yorum yaparken('Eğer Romeo ve Julyet'in orijinalini oynayacaklarsa dekorlar yanlış, ilk sahnede kavga yok!', 'Perdenin rengi solmuş!', 'Aydınlatma sorunlu, sahnedeki ışıklar nasıl acaba?', 'Hayır, hayır, tiyatronun büyüsünü bozarlar, perde arkasını sahneyle ayıran o bölümde titreşim olmaz!') görüp 'Aaa! Küçük kız!' demişti... O gıcık adam kulağına 'Oyun başlamak üzere!' demeseydi ben nacizane fikirlerimi sunacaktım, mesela Julyet'i ben oynayayım, devlet ukalası olayım diye...

Tam bir kırmızı delisiydim... Bilirsiniz, altı sıfırı atmadan önce on milyonlar kırmızıydı ve bir ara en büyük banknot onlardı, enflasyondan önce... Anneannemle yakıt yatırmaya giderdik, mızıldanırdım 'Kırmızı paramızı vermeyelim!' diye... Memur ablalar alışmıştı bana, her gelişimde selam verirlerdi, kırmızı paraları da çaktırmadan alırlardı... Dönüşte de magnum ısmarlardı anneannem bana. Beş tutkum vardı o zamanlar: dondurma, kırmızı, çikolata, basketbol, çizgi film.

Alışverişte kasaya gelince annemin kâbusu olurdum: 'Ödemleme yapmayalım! Burası bizim Hosta'mız, gidin Hosta'mıdan!!!'

Antremanlarda beni kontrol edemeyince (8 yaşındaydım sanırım... 'Ama steps yaptı!', 'Hiii! Centilmenlik dışı fouldür bu!', 'Ampul!', 'Serbest atış!') bir üst yaş grubuna alıp hemen uyum sağlamama şaşırmışlar, hatta daha ilk seferde temel savunma duruşunu doğru yapmama kopmuşlardı...('Bacakları omuz genişliğinde açıyoruz, vücut dik, dizleri kırıyoruz, baldırlarımız yanmaya başlayınca pozisyonumuzu koruyoruz!', deyip çevreyi gezmeye başladılar, herkesi ya dikleştiriyorlar, ya eğiyorlardı, bir rötuş mutlaka vardı, Sinan Koç benim yanıma gelince iptal tabii, ben olayı aşmışım, hem pozisyon doğru, hem de elimde top var, oynuyorum, bacağımın arasından geçiriyorum, haberim yok yanımda koçun olduğundan... -haberim olsa topu atacağım, adam gibi duracağım, hareketsiz kaldığım için elimde o top- Diğer koçlar da yanıma gelmişlerdi, 'Vay be, kitaplık gibi!' deyip bir üst gruba daha almışlardı, grubun en ufağı, en etkilisiydim, komikti... Asterix gibi kıvırcık/kızıl saçlı bir bücür :))) Diğer gruplarla maçımızda karşı takımın antrenörü sulanmıştı bana, 'Bizim takıma alalım mı seni? Transfer ücretimiz iyidir!' deyince 'Sinan Hocayla Ufuk Hoca gelmezse çok beklersiniz!' demiştim... Utanmaz bodur!

Sonra annem TUS'a girmişti, ilk defa Aydın'ı yazmıştı... Sonuçları istediği puanda değilmiş, tam sağ üst köşedeki kırmızı fon üstüne beyaz çarpıyı tıklatıp çıkacakken 'ADÜ'nün 'Adnan'ını görüp ne alaka diye bakınca kazandığını anlamış, evi aramıştı heyecanla:
Anne: Gevezecim, ben ADÜ'yü kazanmışım TUS'ta!
Geveze: Nerede o?
Anne: Aydın'da!
Geveze: Ne oldu demiştin?
Anne: Adnan Menderes Üniversitsi Hastahanesi'ni kazanmışım!
Geveze: Bu iyi bir şey mi?
İlgili alakalı bir evlat örneğiyim, biliyorum dear okur!

Nihayet Aralık gibi Aydın'a gelmiştik... İlk girişte beğenmemiştim burayı:
'Tatil köyü gibi bir yer!'

İlk okulumu görmüş, 'Eee... Sınıfların olduğu bina nerede?' deyip iptal etmiştim dayımı... Eve gelince de en nefret ettiğim renk olan sarıya boyalı odamı görüp duvarları araştırmıştım, odanın devamına açılan bir kapı var mı diye...
Kayıt olmaya gitmiştik annemle, A Blok'taki merdivenler, çıkarken 'Eee... Ana merdivenler nerede? Müdüriyet binası ayrı değil mi? Sınıflar bu kadar mı? Eee, sıralar çok fazla, tek kişi mi oturuluyor bunlara?' demiştim... (Ukala bacaksız!)

Ankara'dayken annem hastalık durumlarında Gazi'ye götürürdü bizi, ADÜ'nün hastahanesini görünce daha sempatik bulmuştum, hatta 'Biz burada oturalım!' bile demiştim!

Mavi önlük giyeceğimi öğrenince çıldırmıştım, eski okulumun formasını giymek için epey direndim ama annem 'Olmaz!' diye resti çekti... Zırıl zırıl ağlamıştım...

Bisiklet sürmek isteyince bisikletimin İzmir'de olduğunu hatırladım, Ankara'da hep yaptığım gibi scooter sürmeye çıktım annemle. Ama burada her yer arnavut kaldırımıo döşeliydi, yarım saat ağlamıştım...

Basketbol kursu bulamamıştım benim yaşımdaki kızlar için, kırk beş dakika ağladım...
Tahtanın boardmarker kullanılan beyazlardan olmadığımı görünce de çok mızırdanmıştım...
Alışveriş merkezi ve resim kursu olmadığını öğrenice bir saat ağladım...
Hele tiyatro olmadığını, en yakın sinemanın çok uzakta olduğunu, fi tarihinden kalma filmleri oynattığını öğrenince yıkıldım, rahat iki saati bulmuştu histeri krizim...

Derken hepsini yavaş yavaş çözdük, önlüğümle imaj çalışması yaptık, bahçede erkeklerle basketbol oynadım, paten kaydım, dershaneye kaydoldum, eve bir sürü film aldık... Sims'i keşfettim, test çözdüm, kitapçı buldum kendime, arkadaşlarımla Ankara'da hiç yapmadığım şeyleri yaptım, parkta kuma bulandım, beden eğitimi dersinde ilk defa dizimi kanattım(Ankara'daki bahçemiz parkemsi bir şey döşeliydi)... İlk defa yemeğimi okulda yedim, öbür kantinimizde olmayan kolanın, gazozun içine düştüm, arka bahçedeki parkımsı yerde bir dolu akrobatik hareket öğrendim, hatta 'kantin sırası' kültürüm değişti, 'Evim-okulum' oynamayı, tebeşirle yazı yazmayı öğrendim. İlk defa ten rengim bu kadar koyulaştı, o Ankara aksanımı kaybettim... (Mesela 'bebe' demiyorum o kadar fazla, o muhteşem telaffuzlarımı kaybettim... Seviyordum ben onları, gerçi şimdi de istesem öyle konuşabiliyorum... İşin garibi, Ankara'da Adana-Ankara karışımın bir aksan kapmıştım, 'Bebelere bak be! Cins gibi oynuyorlar! Ben onların yerinde olacam, onu yapmazdım!', 'Gelecem.', 'Gidecem.' gibi... Güzel ama, Ankaralı akrabalarımızla biraraya gelince öyle konuşuyorum hâlâ, ve çok da seviyorum, herkes cins cins bakmasa burada da konuşurum ama zaten şizofren kokan hareketlerim çok dikkat çekiyor, bir de aksanla meşhur olmayayım!)
Kaybettiklerimin, özlediklerimin yerini Aydın'a has şeylerle doldurdum tek tek... Kışın ortasına gelmemize rağmen kar yağmamıştı, ağlamıştım, ama kazak giymekten nefret ettiğim için ve soğuk maiyetinde bir şey olmadığı için kriz geçirmemiş, hatta mutlu olmuştum... Bahçedeki zeytin ağaçlarına çıkıp erik yedik, incirin elleri yapış yapış yapmadan nasıl yenileceğini öğrendim... Yazlık kıyafet uygulamasıyla tanıştım, tebeşirlerin çok farklı amaçlarla kullanılabileceğini keşfettim. En önemlisi, her yerin ayrı bir güzelliğe sahip olduğunu 'köy' diyerek küçümsediğim Aydın'dan öğrendim, ve öğrenene kadar da bizimkilere çok çektirdim...

Ankara Devlet Tiyatroları'na ve bazı cici amcalara yaptığım baskılar sonucu bir tiyatromuz var artık, bir sürü güzel oyun geliyor Ankara'dan, İzmir'den, İstanbul'dan... Devlet oyunları da, özel oyunlar da... Kimleri görmedim ki sahnede! Sumru Yavrucuk'tan(Yalnız Kadın) tutun, Haldun Dormen'e(Kibarlık Budalası) kadar ünlü isimler Aydın'a da geliyor... Ve benim vırvırımla tamamen alakasız açılan bir Kipa'mız, bir Forum'umuz var... Cinebonus'umuz biraz uzak, ama vizyonu aynen takip ediyoruz... Ceylan'ımız var, bir hafta gecikmeli de olsa yamacımızda, yakınımızda film izliyoruz... Axi Bar'a Pinhani bile geldi... Yeni ve sosyal ağırlıklı bir okulum var... Arada bir eski okulumu özlesem de elimdekinin kıymetini bilmeyi öğrendim...

Gelecek ocakta annem uzman olacak... Kura çekecek, neresi denk gelirse, 'Her yer vatan!' deyip 350-380 gün arasında mecburi hizmet yapacak yeniden... Yeniden diyorum, çünkü üniversiteden sonra Isparta'da yaptı, babamı orada tanıdı hatta... Ama sağlık bakancığımız yeni bir yasa getirdi ki, mecburi hizmeti tekrar yapmadan uzmanlığını ne özel hastahanede, ne de yurt dışında geçerli sayabiliyor... Ve bu mecburi hizmet dönemi benim lise birinci sınıfıma denk düşüyor... Dilerim batıda, deniz kenarında, çok ufak olmayan, neşeli ve tiyatrolu, sinemalı bir yer denk gelir, iyi bir lisede eğitimime başlarım... Olmadı, bir yıl dondururum eğitimimi, anneme destek olurum yaban ellerde... En kötü ihtimal, İzmir'de dayımlarla kalırım, ama tabii son seçeneğimdir bu... Dilerim gerek kalmaz, batıda kalırız... Dilerim bir bunalım daha geçirmem... Ve yine dilerim geleceğim geçmişim kadar güzel, ama daha tatlı geçer... Dilerim....

Yazmak ve Yazmamak

Normalde hızlı yazan biriyimdir, hatta el yazımı çözebilen kişi sayısı gerçekten azdır. Bir de 'bitişik eğik harfler'im var ki evlere şenlik!

Geçe gün defterleri karıştırırken birinci sınıfa ait bir karalama buldum... Özenilerek yazıldığı çok belli ama DNA'larımda kötü yazmak olduğu için mecburum buna...

Son bir yılda yazım tarz olmaya çalııyor, işin kötüsü benim isteğim dışında gerçekleşiyor ttüm bunlar... Önce y, g ve ğ kuyruklarını kesti, küt bir biçmde aşağı iniyordu. Şimdi öyle bir atmasyonu var ki alt satırı işgal ediyor... K'lerin alt kuyruğu da boyum kadar oldu, tüm harfler sağa yatık gidiyor, italik takılıyor. 'a' harfi de aynen böyle, matbaa tarzında. 'd'lerin yuvarlak kısmı çok artistleniyor... Bazı harfleri debirbirine bağlıyorum, 'el' derken e'nin kuyruğu 'l'nin dibine giriyor, 'of' derken 'o' 'f'nin kuyruğunun gölgesinden çıkıyor...
Kısacası el yazıma bir haller oluyor...

Bir de kalirafi olayına takmış durumdayım ki, her kelimey sağını solunu eğip büğerek yazmaktan yoruldum. Ama ne kadar yorgun olsam da seviyorum bu uğraşı, stres atmada epey etkili...
Yazı demişken, 'Kiran's Typing Tutor' diye bir program buldum, klavyeye bakmadan yazmaya çalışıyorum, söylemesi ayıp zaten hızlıyım da...

Bilmiyorum bu uğraşlar beni nereye götürecek, hayırısı...

Yorgun Tedicik

Ay, çok yoruldum... Beynim mıncık mıncık olduğu için 'Sürücü Adayı' ile 'Bedtime Stories' isimli filmleri yarın tanıtsam beni affedersin diye umut ediyorum ve sızmay... Olmaz, 7 Haziran! Test çözmeye gidiyorum.

Bakalım kim kimi çözer! Ya da test mi çözerim hayal mi kurarım? (son zırvam da bu, abuk subuk hayaller işte... yok Broadway, yok Cannes, yok kırmızı halı, yok Angelina, yok Oscar, yok Lodra sokakları... sınava beş kala kendimi kaybettim... onu da yarın anlatıp haftalık post kotamı tamamlamayı planlıyorum...)

Üç nokta, etc. vs. vs. diyerek yorgun tedi veda eder, perde kapanır, alkışın 'Aaaaa?'sı yükselir.
Çünkü senarist yazının devamına kahve dökmüştür...

The Illusionist


Not: Spoiler içermez, gönül rahatlığıyla okuyunuz...

İnziva hayatımın filmlerinden biri de The Illusionist, yani Türkçesi ile Sihirbaz. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama genelde biraz eski filmleri vizyondakilerden fazla izliyorum. (mesela bu film 2006 yapımı) Sebebi belli: Çekildiği yıllarda yaşım gereği izleyemediğim/ilgilenmediğim için bu filmlerin içine düşüyorum.
Konumuza dönersek, filmin senaryosu Steven Millhauser'in "Sihirbaz Eisenheim" (Eisenheim the Illusionist) adlı kısa hikâyesinden Neil Burger'in uyarlamasıyla ortaya çıkmış olup, bir dönem filmidir.
Genç Eisenheim, bir ağaç altında gördüğü ihtiyarın yanına gider ve ihtiyar 'Bu bir ilüzyon' dercesine ağaçla beraber ortadan kaybolur. Bu olaydan sonra Eisenheim doğaüstü güçlere ilgi duymaya başlar, yeteneği olduğunu fark edince de kendini geliştirir. Tabii bir de gönül meselesi vardır, marangoz babasının müşterisi olan zengin bir ailenin kızına aşık olur. Kız da ona karşı boş değildir hani. Ama aralarındaki sosyal sınıf farkı sebebiyle bu iki genci ayırırlar. Bunun acısıyla yanan Eisenheim şehri/kasabayı terk eder.
Aradan yıllar geçer, genç Eisenheim, 'Yetenekli sihirbaz Eisenheim' olarak geri döner. Tiyatrodaki ilk gösterisinden sonra kraliyet varisinin nişanlısıyla beraber teşrifi bütün olayların başlangıcı maiyetindedir...
Filmde Eisenheim, yani Edward Norton almış yürümüş. Varisimizin de hakkını yemeyeceğim fakat Jessica Biel gibi bir hatun kişisi varla yok arasındaydı filmde, bu epey ilginç geldi bana. Ayrıca 2006'da film 'En İyi Görüntü Yönetmenliği' dalında Oscar'a aday gösterilmiş ama alamamış.
Benden aldığı puan 8/10'dur. Bazı yerlerdeki 'görünür' set kazaları, Hatice'yi başlı başına seyirciye bırakıp pat diye neticeyi vermesi yanında o görkemli sonun hakkını yiyemeyeceğim. Şimdiye kadar izlediğim filmler içerisinde bu kadar egzantirik ve 'Waoooow, adamlar yapıyo kardeşim!' dedirten bir sona sahip olan film de yok ama...
Tavsiye ediyorum efenim...

İnziva Hayatı

Dear okuyucum, daha önce de nacizane vırvırlarımla sana ezberlettiğim gibi meşhur SBS'mize pek az kalmış bulunmakta(bkz. '7 Haz.', 'Keltoş gitti, eseri kaldı', 'Bana mı ağlıyon Çiko?')
Geveze kişisi de acil durum çanlarını çalmış olup, topukları poposuna değecek hızda koşmaya, eksik konularını tespit edip ezberlemeye başlamış, bu sebeple blogundan bir parça uzaklaşmıştır.
Bu nedenledir ki tüm takipçilerinden özür diler, boynunu bükerekten bu bir buçuk hafta içinde daha az post gireceğini arz eder...

Ufak bir 'Geçmişten Günümüze Eurov...' pardon, '...SBS' yapıp sizi bilgilendirir, sonra da moral olsun diye izlediği son iki filmi çiziktirip uçarcasına tüyer...

SBS, OKS sisteminin yerine geçen sene yürürlüğe girmiş olup, 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerinin her sene sonunda birer sınava girmesine dayanır. Bu üç sınavın ortalamaya etkileri; %25, %35 ve %40'tır. Bu sene vazallı Geveze %35lik dilime oynayacaktır.
Bu konuda iki rivayet vardır. Geçen seneki altıların sınavı şaka gibi olup, yana devrilip çözebileceğiniz, üstüne dalga geçebileceğiniz nitelikte olmuştur. Geveze safı bunu fulleyememiştir, evde kontrol ederken işlem dahi yapmadan doğru cevaplarını bulup sınav psikolojisine yağdırmıştır. Ve geçen sene yedinci sınıfların sınavı gayet 'baba' olup, fulleyen sayısı azdır. Millet demektedir ki bize,
a. Geçen sene kolaydı, bu sene sizi oyup içinize badem koyacaklar...
b. Geçen sene yedilerin zordu, bu sene kolay olacak...

Cemaat-i Müslimin olarak dileriz ki b seçeneği vuku bulsun...
-Secret yapıyorum ben test aralarında-

Yine de Geveze çalışmaktadır, anneanne demiştir ki, fuller ya da tek boşla 89 net yapıp geçerse (Geveze bunu yapmalı... Yapabilir... Yapabilir...) eriyip bittiği DSLR fotoğraf makinesini alacaktır, böylece Geveze o ek fotoğraf derslerinden faydalanabilecektir. (malum, bir Sony Cybershot'la yapabilecekleriniz sınırlı... ama öğrendikleriniz o kadar sınırlı değil...)

Bir umudu vardır ama Geveze'nin: Robert Kolej, İzmir Amerikan, Tarsus Amerikan ve St. Joseph Amerika'daki Sarmaşık Birliği'ni andırır biçimde 8. sınıf sonunda tek bir sınav yapıp, 'SBS kim ki be?' diyerek kendi sistemlerine göre burs verir, öğrenci alır. Tut ki SBS kötü geçti, bu sınav var değil mi ama...

Geveze kişisi son yüzsüzlüğünü yapıp sizden manevi destek umarak gider...
Görüşenzi...

Notumsu: Eğer ki işler yolunda gitmez de ben 8 Haziran'a çıkamazsam blogumun şifresini özverili bir blogger ile paylaşacağım... Maksat muhabbet :P

...

Sürekli üç nokta koyuyorum cümlelerimin sonuna... İşte, bir daha...

Nedendir bilmiyorum... Belki bitirmeye korkuyorum, yarım bırakıp kaçıyorum... Belki, belki her cümleyi birbirine bağlıyorum üç nokta ile... Bütünü oluşturmaları kolay olsun diye...

Güvenemiyor muyum cümlelerime? Ne var ki kafamda?
Bilemiyorum...

Düşünemeyesice




Nasıl daraldım, nasıl sıkıldım anlatamam dear okuyucum...




Evdeyim ve daha önce de bahsettiğim o garip duyguyu yaşadım... Başım döndü, duvarlar üstüme üstüme geldi, sıkıldım, terledim. Soğuk bir duş aldım, kendime gelir gibi oldum ama ciddi ciddi daralıyorum...




Bir afra, bir tafra, bir umursamazlık baş gösterdi bende ki sorma... Annem nasıl dayanıyor şaşıyorum, ben onun yerinde olsam Allah ne verdiyse dalarım kendime...




Bu ülkede bulunmak istemiyorum... Başımı ağrıtıyor artık... Bundan birkaç ay öncesine kadar yurt dışında okuyup da geri dönmeyenlere tarifi mümkü olmayan bir biçimde kızardım... 'Gelişmek için ayrıl, geliştirmek için dön!'dü benim felsefem. Gider yurt dışında okur, master filan yapar, gelir ülkemi kalkındırır, zaten burnu Kaf Dağı'nda olan ülkelere zihnimden bir köşe bile koklatmaz, ülkeme çalışırdım... Yapacaktım bunu... Yapamasam bile denerken heba olacaktım, çünkü inanıyordum ki, gelecekte birileri benim yarım bıraktığım işe devam eder, ülkem eskisi gibi cihanı titreten, saygı uyandıran bir yer olur, bazı köközler kendine gelir... Şaka gibi değil mi? İşte ben bunu düşünüyordum bir zamanlar...




Şu anda nerede miyim? Ah, bilmiyorum sayın okuyucum, bilemiyorum. Ama göç eden beyinleri anlıyorum, bunu neden yaptıklarını, niye boynumuzda kocaman bir halka ile gezdiğimizi anlıyorum... Biz bundan zevk alıyoruz, 'Gel kuzum, gel!' Öyle bir yerdeyiz ki, dünyaya ahlak dersi veren, Türkiye'mizi anka kuşu gibi küllerinden yaratan mavi gözlü kurta dahi 'diktatör' diyebiliyoruz... Bunun üstüne medeni olduğumuzu göğsümüzü gere gere haykırıyoruz...




Şimdiye kadar onlarca Türk olmayan, Avrupalı, Asyalı arkadaşım oldu... Bir kısmında Türklere karşı ciddi bir önyargı vardı... Mesela İngiltere'ye gittiğimde tanışıtığım bir çocukla gayet iyi anlaşmıştık, hata çocuk bana espri yapmış, 'Önceki hayatlarımızda Karma bizi tanıştırmış olabilir mi?' demişti... Sonra Türk olduğumu öğrenip inanmamıştı... Aksanım biraz ilginçtir benim, o yüzden mi, dedim, bir Türk için fazla zeki ve kibar olduğumu söylediği an üzerine atlayıp saçını başını yolmamak için zor tuttum kendimi... O an bile gurur duydum damarlarımda akan kandan. Onlarca Türk arkadaşımla tanıştırdım, buraya davet ettim (bu yaz geliyor hatta) ve binbir güçlükle önyargısını yıktım... Öyle bir durumdu ki, ben onun gördüğü ilk Türk'tüm ama yüzlerce Türk tanımış gibi yargıları vardı, 'herkes öye dediği için'. Derken üniversiteyi burada okumayı bile düşünmeye başladı, ailesiyle filan görüştük messenger'da... Gel, dedim, bizim milletimizin kapıları ardına kadar açıktır herkese... Ama artık bundan emin değilim...




Kaybettiklerimizle kazandıklarımız taban tabana zıt birbirinden... Değişiyoruz, ama maalesef olumlu anlamda değil... Yozlaşıyoruz, inkâra mahal yok, dejenere oluyoruz... Öyle bir durum ki bu, kurduğum cümlede bile 'dejenerasyon' hissediliyor. Kültürümüz, dilimiz gidiyor, o hoşgörü dolu adetlerimiz yerini kanlı bıçaklılarına bırakıyor... Kökeni bile bizden olmayan 'namus' adına neleri bir kalemde siliyoruz bir bilsen... (bkz. namus>nomos, Yun.)




Velhasıl, sıkılmaktayım dear okur... Deseler ki bana, 'Bugün gel, seni bir Avrupa ülkesine/Amerika'ya götürelim!' Bir an düşünmem... Def olup giderim... Zira pencereden dışarı baksam ayrı bir sorun, televizyona, gazeteye baksam ayrı bir sorun... Ayaklarını uzatıp hiç bir iş yapmadan sağa sola laf atanları saymıyorum bile...




Düşünmek illet bir olay... Ağır vergiler alıyor bizden... Kimi zaman sevdiklerini alıyor, ama adını en tepeye yazıyor, kimi zaman aklını alıyor ama benliğine dokunmuyor...


Gitmek istememin sebebi bu zaten... Gideyim, düşünmek istemeyeceğim, 'Hayat boş; eğlen, coş!' diyebileceğim yerlere gideyim... Düşünmeyeyim... Düşünemeyeyim... Ve nihayet rahatlayayım...

Asetat Kalemi


Asetat kalemlerine karşı bir sevgi var içimde... Bayılıyorum onlara... Acayip sevimli geliyorlar... Bir de kokusu var ki :))
Şimdiye kadar bir ya da iki test kitabımın kapağını yolmadım, modifiye etmedim... (elim değmediği için) Geri kalan hepsinin dışını ya yoldum, ya da asetat kalemiyle istediğim forma soktum. Belki de bu yüzdendir ki, sempatim var onlara...
Bir ara da odama takmıştım... Giysi dolabım, kıyafetlerimin durduğu çekmece, kitaplığım koca koca aynalara sahip... Gelip gidip üstlerine birşeyler yazıyodum, annem de inatla siliyordu... Derken bir gün 'YETER'i geldi, asetat kalemleri aynalara küstü...
Bir ara da baş ucumdaki su şişelerini boyuyordum ama ellerim rezil olmaya başladığından ondan da vazgeçtim.
Sonra bir su bardağını ablukaya alıp haşat ettim, sağını solunu çizdim... Tam duvarlara geçecekken kendimi frenledim. Neler oluyor, dedim. Durmam gerektiğine karar verdim.
Bu aralar asetat kalemleriyle olan münasebetimiz ödevlerle sınırlı. Hatta sınırlıydı, ödevler de bitti, boyayacak, çizecek birşey kalmadı... Acep, acep...
Acep yazın yaptığım gibi kendimi mi çizsem?
Yok, yok dear okur, öyle değil... Tattoocuya gitmek zor geldiğinde siyah-ince uçlu asetat kalemiyle artık ezberlediğim Japonca karakterleri (hava, su, rüzgâr) el bileğimin içine çiziyordum, ayak bileğime de ne olduğunu tanımlayamadığım ama hoş görünen birşey çiziyordum... Omzuma da kuzenin eşref saatini yakalrsam meşhur meleğimi çizdiriyordum... Denizde akıyor ama olsun, bana eğlence oluyordu...
Birşeyler çizmeliyim... Acep... Acep...

?

Tobi'nin blogu uf olmuş... Linki burada...

Gördüğünüz gibi tıklayınca blograzzi açılıyor... Ne olduğunu bileniniz, göreniniz var mıdır?

Ha Hacı?

Efenim, her yerde 'Brangelina çiftine neler oluyor?' başlıklı yazılar çıktı malumunuz...
Hepiceğini sineye çektim, bizzat ben hayranları olaraktan... Hiçbir yorum görülmedi bu blogda...

Ama bu foto-galeriyi görünce çenem açıldı...
(Angelina, o renkte elbise giyme bea, üstünde bişe yok sandım sonra :)))
Bence ayrılmasınlar... Çok yakışıyorlar birbirlerine... (onların derdi bana düştü, sölemem lazım) Hem o kadar çocuğa yazık... Valla yazık... Zebil olcaklar sonra haftasonları Brad'e haftaiçi Angelina'ya gelip gitmeken...
Fanlarınıza da yazık... Mesela bana... Sonra ben kimi örnek göstercem elaleme? Ayrılmayın, efsane oldunuz artık... Brad uslu çocuk olsun, Angelina sakin kız olsun, no problemo... Ha hacı?

Tutmayın Beni, Ekranı Öpeceğim!

Efenim, Selena denilen sarı hatun kişisi ekranlara geri dönüyormuş...
Kötülerle savaşacakmış...

Nasıl mutlu oldum, nasıl huzura erdim anlatamam. 'Yaşasın Selena geliyor!' diye mahalleyi birbirine katasım var.

Şaka bir yana, en kıl olduğum 3 dizide zirveyi bu yellowz ve Yaprak Dökümü paylaşıyor. Normalde nerede Hokus Pokus, orada Geveze... Severim böyle Hobbit, Harry, yüzük, efendi, Voldemort falan fıstık lebebi ama şu Selena ile yıldızım barışmadı...

İzlerken kendimi salak gibi hissetmeme neden olan yegane dizi(egom da böyle yüksektir :))). Şu baş saflar, pardon kızlar ortancası hariç tipsiz... Biri fare suratlı(saçın kim yapıyorsa artık, tamamen onun suçu, normal bir saçla normal görüneceğine itimadım tam) biri de silikon dudaklı(burada da kabahati makyözde buluyorum). Kıvılcım mıydı, ir kıvırcık kız var ya, onun saçını da en küçük kızın saçını yapan arkadaş yapıyor bence, çünkü ben de saçımı tel tel ayırsam öyle olur. Ama ben ne yapıyorum, seviyorum okşuyorum onu, kabartmıyorum!

Bir de az önce fark ettim, Annem dizisinin de sadece jenerik müziğini seviyorum...
Çok uykum var, saçmaladığımın farkındayım ve sabah kalktığımda büyük ihtimalle bu postu hatırlamayacağım...

Merak İşte...

Merak ediyorum, bir tek ben mi varım şu dünyada belli dillere hasta olan, onları öğrenmek için yanıp tutuşan?

Meselâ Latince... Tanrım, nasıl estetik bir dildir o! Kelimeler hafif meyve likörü etkisinde ama çakırkeyf olmamış, biraz peltek bir dilden çıkar...(alkolik değilim, hatta hiç tatmadım, tatmayacağım... ağır karaciğer fanıyım, sağlığımı seviyorum... sadece bir benzetme yaptım yani :)))
Mesela, "Ars graia artis(Sanat için sanat)..." vardır, söylemeye doyamam... Hele ki "Cogito ergo sum(Düşünüyorum, o halde varım)!" Milyar kere duysam "Coelum non animum mutant qui trans mare currunt(Gemiyle seyahat edenler yalnızca bulundukları denizi değiştirirler, üzerlerindeki gökyüzünü değil)..." cümlesini, "Hadi be hacı, bir daha söyle!" derim...
Bu latince sevdam tamamen düşünme aşkımla gelişen felsefe tutkumla alakalıdır... Felsefeyle Latince'yi çok yakıştırıyorum. Bu yüzden bir gün Latince öğreneceğim.
Hatta bazı ülkeleri gözüme kestirdim, resmi dillerini Latince yapmaları için baskı filan yapmayı düşünüyorum çünkü bu güzel dili sadece Vatikan kâğıt üzerinde resmi dili yapmış. Vatikan'da Latince için yaşamayı da pek gözüm yemiyor doğrusu...

Bir de İspanyolca vardır... Ön dişlerin dilinin meskeni olur, peltek değildir, ama keskin de değildir. Kendine has tınısı, atmasyonlu karakterleri bu dilin hareketli bir ruhu olduğunu düşündürür bana hep...
İspanyolca'da latice kadar cümle bilgim yok... Hafızamdaki Latince cümleler üç-dört sayfa doldurur beli, ama İspanyolca kelimelerim en fazla bir sayfadır...
'Gracias' demekten çok 'Muchas gracias' demeyi seviyorum... Hatta sadece 'Muchas'... 'Bienvenidos(Hoşgeldiniz)' demek çok zor gelir mesela... 'Treinta(30)' deyin yanımda milyon kez, bıkacağımı sanmam... Telaffuzu 'Enero(Ocak)' ve 'Febrero(Şubat)' ile benzer olan kelimeler kalbimi fetheder... doğru düzgün 'Otoño' diyemiyorum, 'ñ' nasıl telaffuz edilir bilmiyorum çünkü :)) İspanyolca'm sadece bir iki internet sitesinden ve bir iki albümden ibaret olduğundan dolayı...

Hayallerimden biri, Latince bir film çekmek, Arjantin'deki yazlığımda İspanyolca konuşarak günümü gün etmek... Hatta bu yaz tatilinde biriktirdiğim parama kıyıp Fono'nun İspanyolca veya Latince öğrenim sterinden almayı planlıyorum ama hangisini seçeceğime karar veremedi bir türlü... Derler ya, ne yardan, ne serden...

Çok Okuyorsun Geveze, Çok!

Son günlerde bu cümleyi o kadar duydum ki, sayamadım dear okuyucum!

Kabul ediyrum, ciddi derecede kitap okuma hastalığım var, gerçeği yadsıyamam... Bundan 4 yıl öncesine kadar annem dahil evdeki herkes memnundu ayda 900 sayfa okumamdan... Bir dolu kısa kısa hikâye kitabı alırlardı, yığardım hepsin üst üste, 'kule' derdim onlara... Kitap sayısı çok olsa da sayfaları azdı, en fazla 150 sayfadan oluşan onlarca rengârenk, kuşe kâğıda basılmış 'dünya'. Kim tutabilir ki kendini bu manzara karşısında?
Cetvelle ölçerdim uzunluğunu dünya kulemin... Kitapların isimlerinin yazılı olduğu ciltleri aynı yöne getirirdim, en alttan başlayarak okurdum... Daha o zamandan başlamıştım ünlü yazarları okumaya... Adı duyulmamaış yazarları 6. sınıfa gelene kadar okumadım... Sesli sesli okurdum isimlerini:
"Burun... Gogol! Sihirli Turna Balığı... Şeytan'ın Kırmızı Paltosu... Gogol! Üç Silâhşörler... Alexandre Dumas! Bir... Richard Bach! Şeker Portakalı... Vasconcelos! Oz Büyücüsü... L. Frank Baum!"
En ilginç geleninden başlama gibi bir şansım yoktu, çünkü her biri ilginçti... En üsttekini alırdım, okurdum, okurdum, okurdum... Gözlerim ağrıyınca kitap değiştirirdim... Saatlerce gıkım çıkmadan okurdum... Her kitap bambaşka bir dünyaydı, okumayı öğrendiğim gün öğrenmiştim bunu...

Okumayı anneanneme zorla televizyondaki altyazıları okutarak öğrenmiştim... Öğrendiğimi de annemin TUS kitabını karıştırırken keşfetmiştim... Sonra ilk öğretmenim, kanam,anneannem ana sayıları, toplamayı, çıkarmayı, çarpmayı öğretmiş, ilk yazılarımı yazdırıp saatleri ayırt edebilmemi sağlamıştı...

Yüz kadar öykü kitabım vardı okumayı öğrenmeden önce... okumayı öğrendikten sonra ise katlanarak arttı... En iyi arkadaşlarım kitaplardı benim, her şeyi ama hr şeyi okurdum, yüklediğim oyunların 'readme' dosyalarını dahi...

Ne zaman ayda 3000 sayfayı buldum, herkes şikâyet eder oldu, 'Çok okuyorsun Geveze, yeter artık!' Hiçbirini tınlamadım, kitaplar benim aşkım, hayatım çünkü.

Bu kadar çok okuyunca yaşıma uygun tüm kitapları bitirdim tabii... Annemin kitaplığından Gorki'nin otobiyografi üçlüsünü (Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim), Bach'ın nadidelerini, George Orwell'in dehasını ve daha nicelerini yürüttüm... Haliyle her konuda az çok bildiğim bir iki zımbırtı oldu... Fizik aşkım da bu 'anne kitaplığı'ndan gelmekte zaten...

Şu anda kendi rekorumu kırma çabasındayım, 7000 sayfayı geçmeye çalışıyorum...
Rehberlikçim test çözmemi istiyor...
Babam gençliğini yaşa, bu kadar okuma, diyor...
Annem abarttığımın söylüyor...
Anneannem kitaplarımı saklıyor...
Arkadaşlarım sadece 'Oha...' demekle kalıyor...
Hepsinin fix repliği de belli: Çok okuyorsun Geveze, çok!

Rehberlikçim bilmiyor ki, ben tüm test kitaplarımı bitirmek üzereyim...
Babam bilmiyor ki, kırdığım cevizlerin sayısı bini aştı, dershanenin yaramaz öğrencisi, takımımın ekşın görl'ü, okulun herkesi tanıyan ükelası olduğumu...
Annem bilmiyor ki, okuduklarımın deryadaki damla olduğunu...
Anneannem bilmiyor ki, hepsini bulduğumu...
Arkadaşlarım bilmiyor ki, 'Oha...' duruma uygun tümce değil...
Hepsinin bildiği belli: Çok okuyorsun Geveze, çok!

Sosyal projesi olarak TABU yaptım... Her üniteden yirmi-yirmi beş sözcük çıkarttım... Bilimleilgili olan ünitede Rönesans sanatçısı diye Albrecht Dürer de listemdeydi... Sosyalci kelimelere bakarken şaşırdı... Albrecht Dürer'i bilmiyordu... Madenci bir aileden gelen, abisi ile kura çekerek hangisinin sanat okuluna gideceğine karar veren, mezun olduktan sonra verdiği partide abisinin ellerinin madende onun okul parası için çalışırken defalarca kırıldığını, değil kalem, bir kadehi bile zor tuttuğunu öğrenip de meşhur tablosu 'Prying Hands'i, yani abisinin ellerini çizn Albrecht Dürer'i... Şaşırdım, altyazı geçtim... Sonuç aynı:
Çok okuyorsun Geveze, çok!

Bilmiyorum, çok mu okuyorum acaba? Yoksa ülkemizde kitap okuyan kesimin nüfusa oranı %0.01 olduğundan mı çok göze batmaktayım? Kararsızım...

Obsesyonla Kalın

Dear okuyucu, hani benim obsesyona meyilim vardı ya, bir üst rütbeye çıktım, ufak obsesyonlarım var artık. Biaz neşelenesin diye sana bir demetini sunuyorum, kendimi rezil etme pahasına...

*Klavyenin F7'den gerisi sol ele aittir, sağ el sınırını aşarsa sol el de sınıını mutlaka aşar, yoksa rahatsız oluyorum... Meselâ, 'L' harfine sol elimle bastım, garanti silerim, tekrar yazarım sağ elimle... 'H' ve 'Y' de ortak harf, her iki el de kullanabilir...

*Sol kulağım kaşındıysa, sağ kulağıma da dokunmak zorundayım... Onun da canı var, yazık!

*Saçlarım her daim düzgün görünmeli, kıyafetlerimden daha önemlidir onlar!

*Yolda yüyürken kırmızı karolara basmam, basacak olursam da sağ ve sol ayağımla eşit sayıda basarım...

*Merdivenleri mutlaka ikişer ikişer çıkarım...

*Merdiven basamaklarını (yürüse de yürümese de... yürüyünce çok zor oluyor ama!), adımlarımı sayarım... Her zaman sayarım! O kadar aştım ki, konuşurken bile sayıyorum!

*Yürürken sağ ve sol adımım eşit olmalı... Olmayınca huzursuz oluyorum, adil davranmıyormuşum gibi geliyor... Neticede ikisi de aynı bünyenin bacakları!

*Simetri takıntım yok... Bu kadar obsesyonun üstüne garip gelecek ama yok... Mutluyum bu yüzden, bir de ona enerji harcamak zor oluyor zira...

*Acelem olduğunda İngilizce düşünüyorum... Bunu nasıl edindim, ne işe yarıyor bilmiyorum ama farkında bile olmadan İngilizce düşünüp Türkçe konuşuyorum...

*Ayakkabı bağcıklarım bağlı olduğunda onlara bakmak istemiyorum, esir düşmüşler gibi geliyor...

*Tırnaklarım, tırnak diplerim, varsa ojelerim düzgün olmayınca insan içine çıkasım gelmiyor... Uzun tırnak seviyorum, ama kırılmışsa, yamuksa herhangi biri, hepsini düzeltmeden rahat edemiyorum!

*Bir şeyi unuttuğumda hafifliyorum. Yeni bir şey öğrendiğimde de kendimi çok enerik hissediyorum...

*Kalemliklerim hep iki gözlü olur, birinde fosforlu, renkli, tükenmez kalemlerim, diğerinde uçlarım, silgilerim ve uçlu kalemlerim durur!

*Sağ elim sol elimden daha sağlamdır, acıya, incnmeye aha dayanıklıdır ve yüzde 70 civarında sağ elimi kullanırım... Sol elime kıyamıyorum gibi bir şey...

Hepsi bu kadar :)) Çok az değil mi dear okuyucu! Üst üste okuyunca tırsar gibi oluyor insan ama o kadar baskın değiller hayatımda... Daha ileri düzey obsesif kompulsiflerde mesela bir kırmısı karoya bastıklarında ayakkabılarını değiştirenler, merdiven basamağını ıskalayınca en başa döüp tekrar inenler/çıkanlar, adım sayarken şaşırınca belli bir noktaya dönüp saymaya devam edenler filan varmış... Bende sadece başlangıç düzeyinde... Stresli dönemlerde ortaya çıkıp, rahatlayınca bir iki tanesi hariç hepsi kayboluyor...

Ve bu arada, annemin psikopat arkadaşı ve benim fahri doktorum (şimdiye kadar psikoloğa ihtiyacım olmadı ciddi anlamda) dedi ki, çoğu insanda bu tarz küçük obsesyonlar olması normalmiş, çok değil ama, bir ya da iki tane... Bazı çıkıntılarda fazla olabiliyormuş...

Anneannemde de var mesela bir iki tane... Sağ çorabıyla sol çorabı farklıdır onun :)) Diğerlerini de yazmak isterdim ama çok uzayacak, başka bir 'Obsesyonla Kalın' programında da anneanneyi inceleriz...

Ay Neler Oluyor?

Dear okuyucum, yusuf yusuf olmaktayım, tırsmaktayım, korkudan öldüm bittim; vallaha dıhandım!

Blogger benim bebeğimi, blogumu spam sanmış... (bak hâlâ ellerim titriyor!) Kayıtlarımı filan birkaç günlüğüne durduracakmış... Eğer 20 gün içinde itiraz etmezsem blogumu silecekmiş... Az önce iki tıkla hemen bir iki kaydı sildim, niye sildim bilmiyorum ama sildim... Yorumlarına bakmadım, onlara yorum yapan varsa (sanırım birinde bir yorum vardı... sildim mi acep onu?) çok çok özür diliyorum, affedin beni...

Hemen de itiraz ettim, ama çok korkuyorum, çok... Ölecek miyim doktor?
Google amca, benim blogum spam değil! Değil, gerçekten değil! Bir ayıp ettiysem sana affet ama blogumu alma elimden... Yövrim o benim... :'(

Bu kaydı da deneme amaçlı yazıyorum... Tırsıyorum.. Bloguma bişey olmaz değil mi?

Trafik Canavarı



Annem sonunda cesaret edip araba aldı dear okuyucu, ama cupcake gibi bişey, Hyundai i10.



Aramızda kalsın ama annem onu bile park ederken zorlanıyor... Ehliyeti alalı 15 yıl filan olmuş tabii...


Geçen gün yukarıda şeklini verdiğim yolda kırmızı çarpılı 'X' noktasında idik. Ama önce çevre bilgisi verme lazım ki olaya hakim ol dear okuyucu:


#1: Aynı anda 1,5 araç yan yana gidebiliyor.


#2 ve #3: Sadece tek araç sığıyor.


#4: Yarım araç sığıyor.


Çarpılı sokak: Tek araç zor sığıyor.


Mavi çarpı ile temsil edilen kamyon A101'e zerzevat getirmiş, haldur huldur üstümüze seyir etmekte idi. Annem panikle kornaya abandı, camlar da açık olduğundan klasik Türk şoförünü temsil edebildi,
"Beyefendi, nereye gidiyorsunuz?"
"Ben #4'e döncektim ama..." (İçerde ben: "Yok artık Lebron!")
"E ama sinyal vermedin amca?!" (Ben didim bunu, ben :))) Amca şaşırdı, ebleh ebleh baktı:
"Yanmadı mı? Hebele hebele?"

Gülerken klimadaki kokuyu düşürdüm... O yüz ifadesi... O yüz ifadesi... Abartmıyorum, aynen böyleydi...

Bitti mi? Biter mi hiç!
Gideceğimiz yere vardık, hazır mutfak mağazası tarzı bir yerin önünde boş yer bulabildik... Annişkom yine girmeden önce sordu müsait olup olmadığını... Abi müsait, dese de annem geri geri çıkmaya başladı... Meğer yanlış anlamış...

Sonra ben indim, arkada 'Kop gel, gel, gel, gel!' yapıyorum. Dur dedim ama sesim çıkmadı. (arada oluyor böyle...) Nasıl coştuysam arka fara vurmuşum, 'A-aar ol!' diye... Annem gülerken kornaya bastı, hazır mutfak mağazasından şangırtı koptu, dışarıya aynı abi çıktı, üzerinde mağazanın adının yazdığı kuka devrildi...
Yani korna sesini duyunca içerideki diğer çalışan su bardağını yere düşürmüş, (panik mi oldu ne) diğeri de ses dışarıdan geldi sanıp tükanın önüne çıkmış, kukaya çarpıp devirmiş...

Eve dönerken A101'ci amcayı gördük yine, sol sinyali kırılmış...

Şaka gibi, değil mi dear okur?

Demek ki neymiş, Geveze ön koltukta bile bu kadar kazaya sebebiyet verebiliyorsa, ehliyetten uzak durmalıymış... 'Trafik canavarına hayır!' kampanyasında fotomodel olabilitesi varmış...

Yarışma Deyince Akan Sular Durur

Dear okuyucu, sen hiç 'En Güzel Transseksüel' yarışması duydun mu?

Hayır mı?
Buradan duyabilir ve şaşırabilirsin...
Ve bence, bu yarışma sayılmaz çünkü o kızların hepsinde Ajda Pekkan kadar estetik operasyon geçmişi var :))

Bi Enrique Iglesias Şarkısı

İçimden geldi, bir Enrique Iglesias müziği ekleyeyim dedim...


Enrique Iglesias/Now That You're Gone



Şeker bir şarkı bu ya... İçim açılıyor dinlerken, ne alaka bilmiyorum ama fresh geliyor böyle...
Mesela Lady Gaga/Disco Stick şekerli sakız gibi, bu da nane şekeri gibi... (Ne benzetme ama...)

Var Mısın, Yok Musun?

Son izlediğim Fransız yapımı filmlere dayanarak söylüyorum:

Fransa'da 25 yaşın üstünde tipli erkek ya yok, ya da sayıları çok az olduğu için çoktan kapılmış ve sokağa dahi çıkamıyor... (Nedenine dair teorim: Hani Fransız erkekler çok romantikler(miş) ya, Allah bir yerden alıp bir yere veriyor demek ki...)

Engin gözlemlerime dayanarak arz ederim...

Not:Jean Reno bu kategoriye girmemektedir, anneannemle ben onu fahri Türk sayıyoruz...

Nasıl Yani?

Hani SBS geliyor ya, millet inzivaya çekilip ineklemeye başladı ya... Anne sultan geldi, 'Filanın oğlu üç aydır bilgisayara elini sürmüyormuş...', 'Salaklığındandır...' cevabını alınca daldı tabii bana, derdim neymiş benim, niye çalışmıyormuşum?

Ben de başladım anlatmaya, okulda ve dershanede zaten tepemize biniyorlar, zihnimiz bulaşık suyundan beter oluyor, bırak da evde bari dinleneyim, dedim, sonra da deneme analiz kâğıdımı eline tutuşturup televizyonun karşısına geçtim...

Derken anne sultan elinde şubat dolaylarında bilgisayarımdan 'Yeter, ayıya bağladım, siliyorum!' diyerek kışkışladığım Age of Empires II ile geldi... (III var, Mitology filan var ama ben inatla II'yi oynuyorum, niyeyse...) Netlerim çok artmış, gerçeken dinlenmelimişim, Age of'u bilgisayarıma yükleyip biraz stres atmalıymışım...

Şaşkınım, şoktayım ama mutluyum... Ve galiba 'SBS Yaklaştıkça Kuduranlar' grubunun önünde bayrak sallıyorum, hayırlısı...

ŞOK

Anam, anam, anam...

Blog aleminde 'Geveze' veya 'Geveze Kedi' var mıdır diyerekten bir ekşın yaptım ve BUM:
Power FM'de sabahları 'Geveze' adlı bir eleman program yapıyormuş bea... Elimi attığım yeri pörtletiyorum :)) Ama o blogger deyiiil! O saylanmaaaaz!

Not: Böylece 'Gevezedeki karakterler' diye arama yapan arkadaşın masumiyeti kanıtlandı...
Karar: Beraat!

Dikkat Dikkat

Dear okurlarım, blog aleminde gezinirkene benimle neredeyse aynı nick'e sahip (Chatty-cat) bir vatandaş gördüm...

Bu nedenledir ki nick'imi becerebilirsem 'Geveze' olarak değiştirip sizi bu anlam karmaşasından kurtarmak isterim... İtirazınız olursa yorumlara bekliyorum...

İyi ki Jimmy Jib Var

Dün fen çalışmaya çalışırken kumandanın üstüne oturmuşum, televizyon açıldı. Cine5 denk geldi, Demet Akalın 'Peeeeğğğmmbeğsiii gittiiii, tozuuuuğğ kaldııı!' diyordu...
Program 'Herşeyi Konuşalım'dı galiba...

Programda sorun yok, pek takılmasam da... Ama Demet Akalın... Ama Demet Akalın... Ne özensizliktir o, programa değil markete giden kokoş kadın gibi olmuş. Bence gözünü kapatmış, eline ne geldiyse, pullu payetli, giymiş. Göz zevkimi bozdu gece gece.

Ten rengi filan hoş, güzel kadın ama süslensin biraz ya... Kadın dediğin azcık kokoş olur :))

Hadi dedim, makyajına tipine bakmayayım. Ama şarkı... Ama şarkı... Ne sözlerdir onlar ya... 'Senin için aşk boş bir laftı/Dilinden düşüp de kırıldı/TOZ PEMBE HAYALLER VARDI/Pembesi gitti tozu kaldı' Te Allam... Fenli fenli güldüm o atomların içinde, helal valla Demetcim...

Onu da geçtim de, bir kadın bu kadar mı baston yutmuş gibi durur, sahne böyle mi doldurulur? Jimmy Jib de olmasa ne göz zevki kalırdı bende, ne de fan kalırdı Demet'te...

Saşmalama Geveze

Neredeyseüçsaattiraralıksızfenveteknolojiçalışmaktannazikyerlerimdümdüzvebeynimvıcıkvıcıkoldu,
Buradanoçokzekimöteşemharikamükemmeldehasınahayrankaldığımkeltoşaselamlarvehörmetleryolluyorum,

Biliyorumbenbugeceyisağatlatabilirsembirdahabanahiçbişeyolmazenazındanzihnensağlamımdemektir,

Hırsiyibişeyeğildirondanuzakdurmaklazımnetartışınafilangerekyokbencebizolduğumuzyerdesayalımgerigitmeyelimobizeyeter,

Kendinekıyıpdabusenekiyedincisınıfsbsyifulleyenarkadaşlaraplaketçelenkmezartaşıyollayıppirupakalınlarındanöpeceğimonları,

Kafamdafizikformülleriylebiyolojiterimlerisavaşırkeneatomlarlagezegenleramigolukyapıyorsonumuzhayırolsun,

Galibabeniyideğilimbirbuçuksaatdahaçalışıpdinlenmeliyimşununşurasındayirmigünkaldıdearokuyucusenbusatırıokuyupbitirenekadarongünügeçerbenceçünkübenyazarkenbeştamondabinyetişikisigeçipgitti,

Zamanböyledangalakbişeyiştegeçipgidiyorhayırsız...

Temizlik Çanları

Daha önce anneannemle bahar temizlliği yapmış, bin bir pişman olmuştum... Şimdi de annem temizlik yapıyor.

Az önce gidip bizim zaten bahar temizliği yaptığımızı söyledim ve yedim fırçayı... Meğersem temizlik denen meret öyle mevsimden mevsime yapılmazmış... Yoksa evi pislik götürür, boğazımıza kadar toza batarmışız... Hastalıktan kaykılır, bir daha iyileşemezmişiz...

Daha çok şey söyledi de, bilgisayarın yanına gelene kadar unuttum...

Velhasıl, temizlik tehlikeli, ciddi ve pis bir işmiş...

Haydi Yarışa(maya)lım!

İnsanlardaki para hırsı aldı başını gidiyor...
Yavaş yavaş kaybediyoruz kendimizi dear okuyucu! Bir düşünsen ya, kim o bet sesli, özentinin yandan yemişi, kültürümüzü rekre etttiğini sanan insancıklarla aynı stüdyoda olmaya katlanır? Kim bunları beğenmiş gibi yapar? Kim 71 milyona rezil rüsva eder kendini beyaz camda? Kim katlanır bütün bunlara?

Ah, merak ettin değil mi? Söylüyorum: BİZ. Evet, biz; cihanda gururuyla, adıyla, sanıyla nam yapmış Türkler... Dünyada bilinir bu; Türkler bir Avrupalı, bir Amerikalı kadar large değildir. Özsaygısı yüksektir, çabuk parlar, çabuk söner, çabuk sever, geç vazgeçer.

Hâlâ böyledir bu. Ufak bir farkla ama: Artık ödün verir oldu bir Türk bu niteliklerden, para uğruna...
Yemekteyiz der, kendine ve kutsal bildiklerine yapılan onca hakareti sineye çeker, 10 bin TL uğruna. Koroları yarıştırır, hiç bir eğitim almadan aşık atmaya başlar yılların sanatçılarıyla, yanında kendini medeni sanan tek dişi kalmış hıyarlarla... Varım, demeyi ve hiç çaba sarf etmeden para kazanmak uğrun döktüğü terleri mübarek sayar... Çoluğunun çocuğunun sesini, yeteneğini uccuz bir yapım uğruna heba eder... Ve daha neler neler...

Niye katılır bunlara TC vatandaşı? 'Para değil, eğlence' demeyin bana, siz ki Cem Yılmaz'ı, Yılmaz Erdoğan'ı, Ata Demirer'i, Beyazıt Öztürk'ü, Gülse Birsel'i, Yasemin Yalçın'ı ve daha nicelerini bağrında yetiştirmiş, Jim Carrey'i çerezden saymış milletsiniz, böyle bayat, ucuz, emekten ve içtenlikten yoksun yarışmalarla eğendiğinizi söylemeyin bana!

Yani nedir, bir kadının kocasını beğenmeyip de azıcık insanlık öğrensin, eve kolay para getirsin diye yolladığı, toplumsal ayıbımızı yüzümüze vuran yarışmalara gülüyor musunuz?
Evet, değil bu sorunun yanıtı...
Olmamalı...
Eğer öyleyse var bir sorun...
Sizde değil ama...
Bizde...
Bunu burada dile getiren bizde...
Ve onlarda...
Kültürümüzden girip eğlence anlayışımızdan çıkan; ayakkabıya yapışan sakız misali yakamızdan düşmeyen; böl, parçala, yok et zihniyetli dejenerasyon kuşağında, onlarda...
Bu gidişata dur demeyip de 'Popolin!' diye şarkı söyleyen, sevimli mi sevimli bebişlerin reklamlarını 'Fazlasıyla açık' bulup, Hadise'yi estetikten ve dekoltenin büyüsünden yoksun, çıplak yarıştıran, kendini kurul sanan onlarda...

Gözümü Unuttum

Burada da söylediğim gibi, annemler haftada bir kanka toplantısı yapıyorlar. Bu hafta bir başka kankaya gittik...

Daha doğrusu, annem gitti, beni de sürükledi onca çocuğun içine... Tabii şart koştum, 'Bilgisayarım olmadan asla!' diye. Kucakladım bebişimi, yanıma da film alıp gittim... Saat 9.10 dolaylarında başrollerinde Gérard Depardieu ve Jean Reno olan Dost musun Düşman mı? (Tais-toi)'yı izlemeye başladım. Film bitti, Harry Potter okudum. Sonra müzik dinledim. Bir daha Harry Potter okudum. Annemi dürttüm. Derken saat 12.30 oldu... Biraz kestirdim, annemi dürttüm, arabamıza binip yola koyulduk. Film şeridi benim için burada kopuyor.
Sonrasını annemden dinliyoruz, çünkü ne zaman uykum fazlaca gelse, sarhoş olma gibi pis bir huyum var. Nasıl mı, diyorsanız şöyle: Ne dediğimi hatırlamam, ne yaptığımı hatırlamam, desteksiz yürüyemem... Aklı başında göünsem de öyle değildir aslında...
Yine böyle uyku sarhoşu olmuşken, yolu da yarılamışken pöykürmüşüm, 'Gözümü unuttum!' diye...
Annem panik panik panik, yusuf yusuf olup yüzümü gözümü kontrol etmiş. Ben feryatlarda, 'Gözüm! Gözüm!' diye... Sormuş annem, acıyor mu, batıyor mu, diye; yok...
Yok, demişim, yerinde takılıydı, şimdi yok!
Annemin jetonu düşmüş sonunda, gözümden değil, gözlüğümden bahsediyormuşum... Yüzünde, demiş... Sızmadan önce çıkartıp da takmayı unuttuğumu sandığımı anlamış yani...
Ama boşu boşuna tırsmş, sayemde...

Bir de eve varınca saçımı yıkamak istemişim. Bunu niye istediğim açıklayamıyorum ama. Çorabımla yattığımı sabah fark ettim, işin komiği altı kaval üstü şişhane bir durum... Pijamada yaz sezonunu açmama rağmen (askılı ve şort) çorap... Alakaya maydanoz...

Anne, demek ki neymiş, beni kanka toplantılarına götürmemek lazımmış...

Kızsal Bir Dedikodu

Meraklardayım dear okuyucu...
Ama önce merak nedenim olan o garip olayı anlatıciim...

Az önce Din Kült. ve Ahl. Bil. ödevini ('bağımlılık') bastırmak için (bizim yövrinin kartuşu bitti) internet kafe yolarına düştüm.
Bir takıntım vardır benim, banyo yaptıktan sonra en yeni kıyafetimi giyerim... Dün de İskender ile aldığım bir eşofman vardı... Gülmeyin ama... Şey... Ceylan'ın erkek reyonundan :)) Gri, yanında şeritleri olan klasik eşofman, bence gayet unisex :)) İşte, onu giydim, taktım kulaklıkları gidiyorum.
Yolda da sırıtıyorum kendi kendime, senaryo yazıyorum, bu eşofmanı giyen bir erkekle pişti olma ihtimalim, hatta onunla kanka filan olma ihtimalimi hesaplayıp gülüyorum derken bize en yakın internet kafeye vardım. İçeri girdim ve bir hemşehri gördüm, aynı eşofman artı Ceza baskılı tişört... Ne şom ağızlıyım ama! Bende Metallica tişörtü olmasına, aradaki tarz farkına rağmen sırıttım hafiften...
Hiiç bozuntuya vermedim, elemanı bekliyorum ki gelip print'lesin şu zımbırtıları.
Bir iki dakika bekleyip de sıkılınca çıktım oradan, hâlâ gülüyorum. Düşünemeyesice beynim de hesap yapıyor: 'Bi pişti daha!'

Tupturuncu bir kafeye vardım nihayet... Kasada duran elemana doğru gittim, hayda... Ama bu sefer Metallica tişörtü :)) Aynısı değil, benimki kızıl, onunki siyah... Ama bir türlü durduramıyorum tebessümümü, sarı kafalının dediği gibi; 'Artist artist sırıtıyor'um... Ama içimden... Yüzümde eminim ciddi bir ifade var ama içimde makaraları koyvermişim...
Uzattım flash belleği, 'Din perf. klasöründe...' diye mırıldanıp sağa sola bakınmaya başladım. Yazıcı harıl harıl çalışırken eleman da bana bakıyor... Çaktırmadan baktım, taş çatlasa lise 3... Yaşlı değilmiş diye bi daha sırıttım, ama arkadaş inatla dikkatli dikkatli bakıyor.
Aklıma geldi, kulaklığı tam takamadım da telefon dışarı mı ses veriyor, dedim, yok... Yüzüme baktım bir gariplik var mı diye, yok, perçem fönlü, geri kalanı Dr. Octopus, biraz dağınık... Gözlük simetrik, kaşlar da düzgün... Ya sabır...
Sağ olsun printer'ın işi bitti. Çıktıları alıp parayı uzattım, eleman saçını düzeltip (uzunmuş, düzeltirken fark ettim :))) para üstünü yere düşürdü. Kasadan yeni para alıp yine düşürdü, 'Gülme!' derken kendi kendime... Neyse, para üstünü aldım, flash belleği bekliyorum. Yüzüne bakıp dışımdan sırıttım, anlayacağını umut ettim...
"Para mı eksik?" dedi...
"Yok, hayır..."
"Yamuk filan mı çıkmış?"
"Yok, hayır.." derken kopartan cümle gökten düştü:
"Haa, anladım.. dsfgvjşb_awefvbleı@hotmail.com..."
"Yok, yok... Sadece flash belleğimi alacaktım..."

Bir Futbol Seremonisi: Yendik ama Ezildik!

Veriler
Pazartesi'yi çekilir kılan ders: Beden Eğitimi
Geveze'nin hava atabileceği spor: Baskebol
Geveze'yi rezil eden spor: Futbol
Beden eğitiminin ilk dersi: Basketbol
Beden eğitiminin ikinci dersi: Futbol

Sonuç (Ders no:1)
Geveze ve saz arkadaşları: 32
Diğerleri: 10

Sonuç (Ders no:2)
Geveze ve saz arkadaşları: 0
Diğerleri: 6

Sınıfta
D: Diğerleri, G:Geveze
D:Geveze, kaledeki 82. saniyende gol mü yedin?
G:Ama bak, manyak bi ters turnike atmışım ki...
D:Puhahahaaaa...

D:Geveze, 6 mıydı o?
G:32'ye 10, ezdik bea...
D:Eziiiik, 6-0!

Her Şey Skinny Jean İçin

Daha önce de bahsettiğim gibi ben vejeterjanlık sınırında dolaşan ve kolay kolay et tüketmeyen, tüketemeyen huysuz bir tipim...

Ama bu gün, annemn kumpasıyla döner yedim ve midem ağrıyor...

Annem olacak şahsiyet beni sürekli kandırıp rüşvetle, cebren ve hileyle, gayet abdülşinas durumlarda et yemeye zorlar. Bu gün de bir skinny jean artı iki eşofmanla kandırılıp kebap yedim...

Soda bulmam lazım... Hık...

Bi Çirkin Uğruna...

Efenim, bizim hâlâ adam gibi bir uydu alıcımız, DigiTürk'ümüz neyim yok... Öyle kötü de göstermez tivimiz ama, Loca'ydı, Nickelodeon'du, (Ama, ama, ama Süngerbob için... Bi de şey... Avatar var... Cat-dog da var... Foster'ın Hayali Dostlar Mekânı var... Yoğsam ben büyüdüm, hiç çizgi film izler miyim? :P) Discovery'ydi, CNBC-e'ydi bulamazsınız... Zaten biz de (anne hatun ve ben) dizi içine düşen tipler değiliz, geri kalanımız da o an ne varsa onu izlemekle yetinir.

Tamam, tamam; hiç inandırıcı olmadı...

Ben bile inanmadım kendime...


Ama dear okuyucu, annem cidden dizi izlemez ki... Bana gelince...

Şimciiik...

Dr. House,

Ugly Betty,

Chuck,

The Office,

Battlestar Galactica,

Gossip Girl,

Pushing Daisies,

Heroes,

How I Met Your Mother,

CSI:NY

Prison Break,

Ghost Whisperer,

Avrupa Yakası,
Anında Görüntü Show,

BKM Mutfak'tan oluşan minicik bir dizi/program kartelam var... (15 olmuş mu bea... Her geçen gün artıyor... 2 ile başladı bu günlere geldik...) Şimi diyeceksiniz ki,

"Sayın Geveze,
Bu sene SBS'ye girmeyecek misin?
Bunların hepsini izleyip bloga, tenise, basketbola, dershaneye, ödeve, okula, kitaba, teste nasıl yetişiyorsun?
Bunlar hiç mi çakışmıyor?
Gözlerin neden pörtlemekten uzak, o kadar normal? bla bla bla..."

Cevap geliyor...

Geliyor, geldi: Hepsine yetişiyorum, çünkü birçoğunda hemen hemen birkaç bölüm geriden (bazılarında bir sezonu buluyor) ve VCD-DVD (o an ne varsa :P) o da olmadı internet adlı kaynaktan takip ediyorum... Hatta Prison Break izlemeye bu Kurban Bayramı'nda başladım. (bir insan bir gecede 5 bölüm izleyebilir mi? hayır diyorsanız ben insan değilim...)

Ama, Ugly Betty var ki, bir bölümünü kaçırmamış insanım... Ne Aşk-ı Memnu izledim, ne Yaprak Dökümü, ne Binbir Gece, oturdum Ugly Betty'mi takipledim!

Fekat patlayasıca TNT bu akşam sinyal vermeyi unuttu! Ve ben, Ugly Betty'nin o bayıldığım jeneriğini (ki daha önce de söylediğim gibi jenerik izleme merakım vardır!) aaartıı, ilk 19 dakika 53 saniyesini kaçırdım...

Annem tutmasa DigiTürk'ü olan bir kahvehaneye dalıp TNT arayacaktım...(onlar da kollarını açıp beni bekliyorlar ya okeye dördüncü diye...)

Saat 7.50'de karnım ağrımaya başladı zaten 'TNT' diye... Üst komşuya gittim, karşı komşuya gittim yan komşuya gittim, interneti deştim derken depresyona girdim... Sonra 19.53. dakikada TNT lütfedip geri geldi.

Bencağız da bi Ugly uğruna şekilden şekle girdim... Ne şehittir ne gazi muhabbeti oldu anlayacağınız....

Kültür ve Projesi: Tarihi Kankalar Osmanlısı

Annemin klasik-haftalık kankalar günü toplantısı bu salı bizim evde gerçekleşmeyi denedi. Ah, tam bir kâbustu ki, Japon icadı, sevimli bir şey imdadıma yetişti: Ku-La-Klı-K

Olayı başa saralım istersen dear okuyucum,,

Saat 4.30... Evin neşesi, en bi Geveze'si kapıdan girer. Ferah ferah, yayıla yayıla duşunu alır, nasılsa bütün akşam sosyal projesiyle ilgileneceğini sanıyordur. Saçlarını tarar, perçemini fönler, cornflakes tıkınır, giyinir ve Osmanlı Tarihi ve Kültürü hakkında resim bulma umuduyla bilgisayarının başına oturur, ama dayanamaz ve Alem-i Blog'da gezinir, bir iki yorum karalar ve kapı tıkırtısı duyar, sweet mummy gelmiştir. Ama daha selam kelam etmeden mutfağa dalar. Geveze'ye odasını toplamasını höykürür, misafir gelecektir!
Tıpı tıpı tıp tıp tıp.:.

Saat 7.30... Geveze saunadan çıkmış gibi göründüğü için bir daha duş almıştır(cebren ve hileyle!). Odasını toplayıp kıyı köşe bir yerciğine sinmiş, sosyal projesine başlamıştır. Kapı çalar ve bir anaokulu odasına kusar. Nazik bir hareketle onları oturma odasına def etse de saklambaç oynarken ha bire Sultan II. Mahmud'un kafasına, gözüne basarlar. Bu arada Geveze ödev yapamayacağını keşfeder ve hâlâ üçüncü boyuttayken toparlanır. Kenidini daha toparlanabilitesi olan derslere vermeye çalışır, test çözer. Derken odasını Kızılderililer basar, pardon, Kızılderelilermiş onlar!

Saat 8.30... Geveze'nin zavallı Tudem 7 Test Kitabı'sı büzüşmüş, en sevdiği Pensan IQ'sunun ucu yamulmuştur. Zottirik bir Rotring'le kabak gibi kalakalmıştır, çevresinde minik bir cadı grubu dönüp dönüp 'Apyakadabra!' diye onu siğilli kurbağaya dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Bazı Hunumsu'lar da Teletubbies ile atçılık oynamakta, diğerleri de serseri mayın gibi çat orada çat burada çat kapı ardında takılmaktadırlar. Müthiş bir gürültü vardır, ödev yapılmalı, kitap okunmalı, test çözülmelidir.

Saat 9.00... Geveze saçlarını yolmamak için kendini zor tutmaktadır. Odası mı eğridir yoksa tepesinde tepinen çocuklar mı vardır? Kaçsa gitse? Olmaz, kemanı bırak, kemanı bırak. Hayır, sakın o kitaba dokunma! Eğer o tuvali elleyecek olursan her yerinde kocaman kocaman dokunaçlar çıkar! Sakın bir daha yatağımda zıplama, yoksa teee Amerika'ya kadar gece gündüz uçarsın, tuvalet bulamazsın; rezil olursun yollarda! O postere bir daha yağlı ellerinle dokunursan odamdaki Bubi tuzakları seni alıp Fizan'da Çin işkencesine maruz bırakır! Ve sakın bir daha üzerinde The Rasmus veya Harry Potter yazan bir şeye bir metreden fazla yaklaşma, yoksa seni parçalarım! Eğer mayonezli ellerinizi albüm, kitap, poster, toka, parfüm, parlatıcı koleksiyonumdan çekmezseniz kafanızı Ay'a sürterim! Müzik setime ve içindekilere boğazından çıkan CO2'leri dokundurursan bacaklarını cebine koyarım!


Saat 10.00... Derken bir canavar ağlamaya başlar, bir diğeri ayağına basmıştır çünkü. Öyle bir ağlamaktadır ki, kulak zarınızın bir deney tüpünde sallandığını hissedebilirsiniz!
Anneler gelir, yövriler odadan atılır, gürültü hâlâ gelmektedir ve Geveze'nin obsesif kompulsif bozukluğu ile panik atağı başlamış, klostorofobik belirtiler gösterme eğilimine girmiştir. Elini çekmeceye daldırıp içgüdüsel bir biçimde ilk tuttuğunu kulağına tıkamıştır. Ama o da ne? Yaşasın MP4 Player! Gel buraya sevgili kitabım! Seni seviyorum Tori Amos!



Ertesi gün Sosyalci II. Mahmud ve Osmanlı Kültürü ve Tarihi'ni ister...
Sosyalci: Geveze, nerede projenin taslağı?
Geveze: Eee,, şey...
Sosyalci: Nerede II. Mahmud?
Geveze: Hocam, ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim!
Sosyalci: Ne demek o öyle?
Geveze: Hocam, bilmek isteyeceğinizi sanmıyorum... Ama şöyle diyeyim, ıslahatlara itiraz eden Yeniçeriler bile II. Mahmud'un kafasını bu kadar ezmemiştir...

Ellerim Kaşınıyor

Bazen çok patavatsız bir insan oluyorum...
Acilen 'Doğruları İnsanları Kırmadan Söyleyebilme Sanatı'nı öğrenmeliyim...

Evet, biliyorum, her şeyin bir sınırı var; her doğru her yerde söylenmez.
Ama tutamıyorum kendimi. Bir şeyi 'sadece' düşündüğümü sanıyorum, bir de bakıyorum ki sessizlikten donacak kıvama gelmişiz, 'sadece' 'düşün'memişim.

Yine devasa bir çam devirdim ve dzeltene kadar akla karayı seçtim, terledim!
Beni yakından tanıyan birisi olsa neyse, zira onlar nadiren esen bu dangalaklık rüzgârımı kanıksadılar, aslında ne demek istediğimi biliyorlar; fakat o kadar samimi olmadığım kişilere de bunu yapınca camdan atlayasım geliyor. Of, biri ben durdursun!

Kendime çok pis dayak çekesim var, tenhalarda dikkatli olsam iyi olur...

Sıkıysa Beğenmeyin Hocam!

Dört gündür şizofren bir biçimde Türkçe Performans ödevim 'sınıf Gazetesi' ile cebelleşiyorum. Çıldırma raddesine gelmişken bitti ve bu gün teslim edildi.

Yaklaşık 12 saatimi aldı o ödev müsveddesi. Hâlâ gözlerim seğriyor, hâlâ!

Ve fark ettim ki, basın-yayın işi bana göre değil! Her sayı ayrı bir stres, bir de ben strese yatkın bir insanım bu tarz akademik konularda. Beni öldürmeye kalksanız daha large olurum, ama hele bir 'gelecek', 'SBS', 'karne', 'not' kelimelerini aynı cümlede kullanın, stres topu olurum! Panik yapmam, asla! Ama öyle bir kasılırım ki, üç kişi gelse zor açar beni!

Velhasıl, bu kasıntının arasında davul gibi gerilerek ödevimi(zi) teslim ettik. Sayın Türkçe'ci ekşi bir suratla inceledi:
"Hmmm.."

Tam ben sağ kroşemi bu anın hatırası olsun diye yüzünde bırakacakken arkadaşlar beni öğretmenler odasından çıkarttılar. O kim oluyordu da benim bu kadar uğraştığım ödevi kabul etmiyordu? Çayına şap katardım ben onun, alnını karışlar eline verirdim! Saçlarını cımbızla yolar, tırnaklarını anneanneme kestirir, odamı toplatırdım ona!

Bu büğörtülerle (sanırım böğürtü olmalıydı onlar...) sınıfa çıktık. Rehberlik dersinde gerim gerim gerildim. Serviste Njn kod adlı arkadaş Türkçeci'nin bizim ödevimizi onların sınıfında öve öve bitiremediğini, diğerlerinin solda sıfır kaldığını söyledi. Böylece beni geren ipler şrak diyerekten kopmuş oldu. Ama biraz fazla kopmuş olacak ki, Türkçecimiz hakkında çoğ ilginç şeyler söyledim. Arkadaş pis pis bakınca da savunmaya geçtim haliyle:
"Bütttüüööön bir rehberlik dersi boğyunca ştreş yaptım ben kızıııaam! Boşuna mı gerildim şimdi? Bari beğenmeseydi de gerilmelerim boşa gitmeseydi!"
"Raporun vardı di mi senin?"
"Ne raporu?"
"42'lik deli raporu!"
"asdhkfjklm"