Vive le Vent, Vive le Vent

Bugün öğretmenlerimden biri eğitilmek, ehlileştirilmek, uyandırılmak için okula gittiğimizi söyledi. İşte o an Holden Caulfield oldum.

Haftada 18 saat bilim dersine karşılık 1 saat sanat dersi görüyoruz, kafamız geometri ve fizik formülleriyle dolu ama analitik düşünmekten bihaberiz, sürekli yarışıyoruz ama bitiş çizgisinin yerini bilmiyoruz, o denli aptalız ki birinci sınıftan beri Türkçe görmemize rağmen daha bağlaç olan -de'yi hâl eki olan -de'den ayırt edemiyoruz, o denli odunuz ki noktalama işareti olarak küfrediyor ve bunu samimiyet addediyoruz.

İşte bu bizim içsel devrimimiz, eğitimimiz de ehlileşme çabamız da bu kadar. -uyanma konusuna girmeyelim, biz sadece arkadaşız eğer bi'şey olursa ilk size söyleyeceğim, söz.-


Aslında hepimiz kocaman bir fabrikanın tulum giyen işçileriyiz ve bindiğimiz merkepler bizi 'insan olma' yolunda değil 'büyük bacaları kutup ayılarını terleten fabrikaya iş gücü olma' yolunda yürütüyor. Ama çok iyi niyetliyiz, uyanmaya inanıyoruz.
Fabrikanın ehli insana değil ehli hayvana ihtiyacı olduğunu görmüyoruz, üçe kadar sayacağım ve kafamızı kuma gömeceğiz.

Bir vee kii vee üüüç!



_______________________
nöt: fransızca dersinde şarkı öğreniyoruz:
1, 2, 3
voila, mon chat!
4, 5, 6,
il s'apelle pastis! gibi.

başlık da buradan geliyor, zira sabahtan beri
vive le vent, vive le vent
vive le vent d'hiver
qui s'en va sifflant soufflant
dans les grands sapins verts..
oh! vive le temps, vive le temps
vive le temps d'hiver
boule de neige et jour de l'an
et bonne année grand-mére diye diye geziniyorum. hatta şarkının sadece bu kısmını ezberleyebildim. ama çok eğlenceli yahu. burdan dinleyip sen de eğlen benim dear okurum.

Bu Postta Türkçe Bilmeyen Çevirmenlere ve Arlanmaz Redaktörlere Çemkiriyoruz

Daha önce de zilyar defa bahsettiğim gibi ben bir kitap bağımlısıyım. Yeterli miktarda kitabım ve sıcak çikolatam olsun, bir de fonda Leonard Cohen çalsın, yüzyıllarca yerimden kıpırdamam.

2012'ymiş, Teoman konseriymiş, Fatih Akın'la film çekmekmiş, güzeel bir Zenit'miş, Cannes'da jüri üyeliğiymiş, oeeh.. Hiçbir şey beni yerimden kaldıramaz.


Beceriksiz çevirmenler hariç.
Evet dear okur, Türkçe bilmeyen ama Türkçe'ye çeviri yapma yüzsüzlüğünde bulunan zatlara duyduğum nefretin yanında geometriye duyduğum nefret devede kulak kalır.

Neden mi? Basit.
*Kim Rus Edebiyatı ile kafayı bozmuş birini Anna Karenina'dan soğutabilir? Cevap veriyorum, saçma sapan bir çevirmen!

*Kim Jane Eyre'ın arka kapağına kitabın sonunda Bay Rochester'ın akıl hastası karısının öldüğünü ve Bay Rochester ile Jane Eyre'ın evlendiğini yazarak muhteşem bir epic fail'a imza atar? Cevap veriyorum, tabii ki işini bilmeyen bir çevirmen! -burada ayrıca durumun vahametinin farkına varmayan editörü de fırçalıyorum, oh evet!-

*Kim deyimleri Tarzan Türkçesiyle çevirmek suretiyle okuma keyfinize limon sıkar? Tabii ki çeviri yapmayı bilmeyen bir çevirmen!

*Kim yazarın anlatım dilini beğenmeyip son derece büyük bir pervasızlıkla kitabın bağrına kalem batırır? Cevabı biliyorsunuz, tabii ki amatör bir çevirmen!

*Kim her sözcükten sonra yıldız (*) koymak suretiyle asıl metinden daha uzun ve GEREKSİZ dipnotlar çıkartır? Sıkı durun, söylüyorum: Çevirmen olduğunu sanan bir çevirmen!

*Kim muhteşem çalışma disipliniyle bir okuru bir yayınevinden soğutur? Haydi, hep beraber: İşini bilmeyen bir çe-vir-meen!

Gelelim arlanmaz redaktörlere..
Düşününce, bir redaktörün işi de, bir çevirmenin işi de neredeyse yazarın işinden daha zor, bu sebele işlerini iyi yapan çevirmen ve redaktörlere saygım okyanuslardan daha engin. -bazı beceriksizleri gördükçe mesleğinin hakkını verenlere duyduğum saygının enginliği daha da katlanıyor-

Sayın arlanmaz redaktörler,
Tamam, yüzlerce sayfa kitap okuyup hata aramak zor, ama yanlış yazıldığı bariz belli olan, bağırmakla kalmayıp adeta opera yapan kelimleri görmek de mi gerçekten zor?
Apostrofun kullanım yerlerini hatırlamak, olur olmaz yerlerde ^ işareti kullanmamak da mı zor ha, bu da mı zor?!
Kitabın kapağında Ölü Canalr yazdığını görmemenin açıklaması nedir ha, nediiir?!! -duy sesimi zambak yayınları, elimde belgeler var; jullian assange ile müzakere hâlindeyiz.-
Mesleğine redaktör deyip de ayrı yazılan de ve da'ları, ki'leri bilmemenin açıklaması var mı ha, var mı?!
Arşidük yazmak bu kadar mı zor ha, bu da mı zor?!
BU DA MI GOL DEĞİL HA, BU DA MI!!1!



Büyük bir iç rahatlamasıyla bu postu bitirirken Can Yayınları'na ve sayın Celâl Üster'e ilan-ı aşk eder, -o Celâl Üster ki hem yazarın üslubuna dokunmamış hem de ucuz amerikan filmi izliyormuş hissi yaşatmamış bir çevirmendir, 1984'ün başındaki 'Orwell: Büyük Biraderimiz' ile beni benden alandır, eli sıkılmak istenendir. bu kısa çizgiyi kapatmadan önce şunu da söylemezsem arkamdan ağlar: 'bütün kitaplar eşittir, ama bazı kitaplar öbürlerinden daha eşittir.'- Vedat Günyol'a, Aydın Emeç'e, Ümit Tosun'a, Gürol Koca'ya, Aykut Derman'a, Şadan Karadeniz'e ve adını unuttuğum ama sevdiğim, takip ettiğim diğer çevirmenlere -evet, çevirmen takip ediyorum ben. noolmuş?- selam ederim. Ayrıca onları yukarıda çemkirdiklerimden tenzih ederim.

Dip not olarak çevirmenin adını kitabın kapağına yazan -ve dahi Çevirmen:xxx şeklinde değil de Türkçesi xxx şeklinde yazan- yayınevlerini çok sevidiğimi söylemek istiyorum.

Hazır Credits'e girişmişken, İspanyolca Fiil Çekimleri kitabını hazırlayan İnci Kut ve Güngör Kut'a da teşekkürler. İspanyolca ile kafayı yediğim şu günlerde acayip işime yarıyor.

Meğersem Mayozla Bölünüyormuşum

O kadar kaotik bir ortamdayım ki, hiçbir şeye yetişemiyorum.

Geçen gün odamda koskoca okul çantamı kaybettim mesela, kimliğim filan da içindeydi. Geceleri el fenerini tavana doğru tutup S.O.S. veriyorum beni bulsun diye ama hâlâ tık yok.

Tarih yazılısından 97 beklerken 84 aldım, sebebi de soruların cevaplarında verdiğim örnekleri öğretmenin anlatmamış olmasıymış. Halbuki aynı örnekler noktasına virgülüne ders kitabında var ama benim bile kelimelerim tükendi kadın karşısında.

Dil ve Anlatım'da sunum yapacağım, Fransızca'da poster hazırlayacağım, resim için çizim yapacağım, yazılıya kadar hedef kitabı okuyacağım ve tüm bunlar için sadece bir haftam var. Ben de hepsine yetişmek için n sayısından fire verip mayozla bölünmeye karar verdim.

Bir düşünsene dear okur benden 4 tane olduğunu.. Sınıfın her bir köşesinde birer tane Geveze, 3 günde okulun hakkından gelirdik yahu.

Neyse konu bu değil. Sağ kolondaki müzikleri değiştirdim, vatana millete hayırlı olsun. Bi de birkaç gün içinde dayımın çok değişik bi hikâyesini anlatacağım, hatta kalın.

Okura soru: Twitter hesabım olmalı mı? Yorum yaz, haber eyle.

Yeni Başlayanlar İçin Mardin 2 | Bir Nevi Survivor

Bu post, tıpkı buradaki kardeşi gibi bütünüyle tamamıyla absalom'a ithaf edilmiştir, hatta absalom için yazılmıştır. Ama benim en sevdiğim dearest okurum tabii ki göğsünü gere gere okuyabilir.

...
Başlamadan önce söylemeliyim ki bloguma ve dear okurlarıma hasret kalmak evlat acısı yaşamak gibi bir şeymiş.
Unutmadan, öykü gerilim unsurları içermektedir.
...

-mistik bir sesle, sisli bir mekânda okuyunuz.-
Zamanın birinde, adı sanı şu an için bize lazım olmayan bir kahraman uzaak doğudan bir diyara gitmiş. Bu diyarın toprakları çorak, iklimi kurak, akrepleri manyak imiş.
-peki ya kahramanın orada işi neymiş?-
Kahramanımız oraya annesini görmeye ve tatil yapmaya gitmiş. Bütüün gün zorlu görevler peşinde koşuyor, -bakkaldan ekmek almak, sıcaktan buharlaşmamaya çalışmak, evdeki Fanta stoklarını eritmek, belgesel ve film izlemek, Fransızca öğrenmeye hazırlık yapmak -bu da ne demekse-, resim yapmak, yöre halkıyla iletişime geçmek- maceradan maceraya ter döküyormuş.

Haftasonlarından birinde pek muhterem kahraman, annesi ve ananesiyle kahvaltısını yapıyormuş ki, annesi ona çok zorlu bir görev vermiş: Bulaşıkları yıkamak!
Aramızda kalsın ama; sözümona kahramanımız o kadar üşengeç, o kadar tembel, o kadar sakarmış ki bu görevden kaçmak için türlü bahaneler uydurmuş. -'bugün Londra'da yağmur yağacakmış, dizlerim nasıl ağrıyor bir bilsen!', 'sen kilo mu aldın?', 'galiba omzum çıktı.'- Her ne hikmetse anne kişisi hiç itiraz etmeden bu bahaneleri kabul etmiş.

Bunun üzerine kahramanımız; yokluğunda sabahı zor eden, içip içip ağlayan, pillerini çıkartma tehditleri savuran zavallı televizyon kumandasını tüm bu dertlerden kurtarmaya gitmiş. O belgeseller, ithal diziler izleyedursun; annesi bulaşıkları yıkamaya koyulmuş.
Ama o da nesi, sevgili anne lavaboda ''süpürge çöpüne benzer bi'şey'' olarak tanımladığı sarı bir cisim görmüş. İçinde depir depir depinen çılgıaan Orta Asya Türkü'ne hakim olamayarak o sarı cisimciği tutmuş, var gücüyle çekmiş. O çektikçe cisimcik kımıldanıyor, uzadıkça uzuyormuş.

Basireti bağlanan anne, çektiği cisimciğin bir akrep olduğunu epey sonra anlamış. Anladığında da çığlık atarak lavabodan uzaklaşmış. Anane kişisi hemen durumu analiz etmiş, ''Nöölyooğ orda?'' diye koşarak gelen kahramanımızı mutfağın kapısında durdurmuş. Tabii kendisi de mutfaktan çıkmayı ihmal etmemiş.
Olayı anlayan kahramanımız korkudan üç buçuk atadursun, çok zeki olduğu için akrebin üzerine PorÇöz, lavabo-aç veya kaynar su dökünce ölebileceğini o kargaşaya rağmen akıl etmiş. Gerekli işlemler yapılmış, musluktan şelale gibi sular akmış ve akrep Hakk'ın rahmetine kavuşmuş.

Anne ellerini sterilize etmiş, anane lavaboların giderleri için taş, kumaş ve telden özel aygıtlar hazırlamış ve lavabolar kullanılmadıkları zamanlarda giderlerin üzerinde oturmaları için onları tembihlemiş. Bu sırada ne akrebi gören ne de mutfağa giren kahraman, yaklaşık 30 dakika içerisinde 3 tane uçuk çıkartmış. -hayatında ilk defa uçuk sahibesi olmuş, dudakları Angelina Jolie ve Rihanna karışımı ucubik bir forma bürünmüş.-

Ortalık yatışınca cesur kahramanımız internetten akrepler hakkında geniş çaplı bir araştırma yapmış. Maviyi ateş sanıp yaklaşmadıklarını öğrenince oturma odasındaki, mavinin bütün tonlarını ihtiva eden halının üzerinde yaşama kararı almış. Anneyi de kükürt ve Arap sabunu bulması konusunda tembihlemiş.
Akşamüstüne doğru annenin bir arkadaşı gelmiş, lavabonun vidalarını söküp 8 boğumlu ve süpersonik zehirli akrebin cesedini çıkartmış. Bu sırada da 'Hayvanı haşat etmişsiniz doktor hanım.' demeyi unutmamış. -PorÇöz çok süper bişeymiş, o an kahramanımız bunu bir kez daha anlamış.-

Anne bu macerayı hastahanede arkadaşlarına anlatınca isminin başına Survivor cesaret unvanı almış. Ortadoğu ve Balkanların en cesur Kahramanı ise korkudan yaklaşık 200 gr çikolata tüketmiş ve uçuklarıyla dertleşmiş. Anane ise bu sayede alter egosu olan Derya Baykal için bir craft faaliyetinde bulunduğuna seviniyormuş. -yaşasın giderlerdeki taşlar!!-

Başka ve daha az heyecanlı bir Mardin macerası da burada.

**Hâlâ yazılı oluyoruz ve son 2 haftada 3 kilo vermenin kıvancını yaşıyorum. Bipolar davranış bozuluğuna ramak kaldı zira bir insanın geometriden 51, fizikten 95 alması akıl kârı bir olay değil. Ha, bir de hangi akla hizmet 2. yabancı dili Fransızca seçtim bilmiyorum.
**Hikâyedeki 'Kahraman' benim bi arkadaş. Evet.
**Nihayet yeni bir telefonum oldu, artık okuldan filan blog kaydı yapabilirim, heyoo.

Kendine iyi bak dear okur, benim yerime de dinlen, gül, uyu.

Birleştirmemiz Lazım Bunları, Toplayalım Bunları

Bir Geometri zırvalayışı sonrası tutarsız bir ruh haliyle İzmir'den bildiriyorum. Yooooaaargunum.
Hocanın dağıttığı fotokopiyi neredeyse ezberlemem ve sınavda fotokopiyle tamamen alakasız soru tiplerinin çıkması sonucu bir ihtimal 70 alacağım; hocam, sevgiler. Hayatımda hiç bu kadar rüsva bir not almamıştım; ananecim, hürmetler. -fonda da Teoman 'kadıın ağlaar, erkeek bakaar...' diye bağırmaktadır. kendimi kolera günlerinde aşk'taki zavallı florentino ariza gibi hissediyorum şu anda. kandırıldım yahu.-


Yeterince şikayet edip başını şişirdiğime göre dear okur, şimdi geçen hafta sınıfımızda yaşanan bir olayı anlatabilirim. Öncelikle belirtmeliyim ki, bu olaydan sonra sınıfımız meşhur oldu, olay sonrasında el çabukluğuyla çekilen video da facebook'ta dolaşmakta.

-Hangi sınıftansın?
-9xx. -sırıt.-
-Haa, o sınıf. -şaşır. küçümse ya da daha çok şaşır.-

Olayın kahramanları yazının devamında kendilerine mahlas bulacağım iki arkadaş ve bir masa. Bu arkadaşlardan biri okul ortalamasına göre biraz ufak tefek. -benimle kıyaslayınca değil tabii.- Diğeri de aksine devasa, enine boyuna; bir nev'i bodyguard. Hadi ucuz ironi yapayım, bu arkadaşa Minik diyeyim. Ötekine de sınıfta seslendiğim şekliyle Evkaf Memuru diyeyim. -çok feci ifşa ediyorum kendimi ya, öhm.-

Olay teneffüste geçiyor. Evkaf Memuru arkadaşımız öğretmen masasında kambur kambur oturmakta, sınıftakilerle geyik neyin yapmakta. Neşeli, mutlu filan. Ama o sırada kapıda bir rüzgâr esiyor, bir baykuş ötüyor ve Matrixvari havasıyla Minik içeri giriyor.
-'Aaa, ortam var burdaa!' diyor ve muhabbete dahil olmak amacıyla Memur'un yanına doğru seğirtiyor. Şöyle bi merhabalaşmadan sonra Memur'un hâlihazırda oturduğu öğretmen masasına yaslanıyor ve olaylar gelişiyor:

Önce kulakları sağır eden bir gümbürtü oluyor; etrafı toz duman kaplıyor. Dumanlar dağıldıktan sonra bir de bakıyoruz ki Minik ve Memur diz dize, öğretmen masasının legoyu andırır biçimde yere dağılmış parçaları üzerinde yeni gelin gibi süzünüyorlar. Önce sınıftakiler ve ben boş boş bakıyoruz, sonra manyak gibi gülmeye başlıyoruz. Bu arada da Red Kit hızında kamera çeken -kamera çekmek(f) : görüntü kaydetmek değil, kamerayı ortaya çıkarmak.- arkadaş olayları kaydediyor.

Minik telaşla ayağa kalkıyor, çevreye kızıyor, gülmemelerini söylüyor. Sonda da bağlantı yerlerinden ayrılmış masanın parçalarına bakarak acele ve panikle, bizi sandalyelerden düşmeye, anıra anıra gülmeye gark eden cümleyi kuruyor:
-"Birleştirmemiz lazım bunları, toplayalım bunları!"

Evet, evet; Minik, sadece yaslanarak öğretmen masasını parçalara ayırıyor, Memur'un bileğini incitmesine sebebiyet veriyor ve üstüne üstlük Türkiye güzeli seçilen kütle 27, iq 17 kızları gibi 'inanırsak olur bencağ!' diyor.
Yahu yazarken bile gülüyorum, 'Birleştirmemiz lazım bunları!' nedir? Peligomla yapışabilir mi o parçalar ey Minik?

-burada gözümün önüne Minik'in yerde otururkenki 'ama gururlu, ama mağrur' hali geldi; ara verdim, gittim bi su içtim geldim.-

Sonra ben nefes almak için sınıftan çıktım, zira o kadar gülmüştüm ki fena olmuştum. Geri döndüğümde de parçaları toparlayıp duvara dayamışlar, Geç Dönem Stonehenge'i kurmuşlardı. Ona bakarak da ayrı bi sırıttım.


Şimdi dilerseniz olayları bir de sınıf öğretmenine durumu açıklayan Minik'in ağzından dinleyelim: -trt'deymişsiniz gibi gibi duru bir Türkçe-

-"Yani öğretmenim, ben sınıfa geldiğimde Memur arkadaşımız masanın üzerine oturmuştu, ben de onu uyardım; gel dedim, arkadaşım dedim, oturma oraya dedim. Kaldırmak için Memur arkadaşımı çekerken de masa dağılıverdi."


Bu savunmadan sonra aklıma geçen sene dershanede arka arkaya iki katın merdivenlerinden uçuşum geldi. Ohş, çok komikti. Neyse, konu bu değil tabii ki.
Bir dahaki sefere de size Geveze'nin Top 20 Dallamalıklar Listesi'ne 7 numaradan hızlı bir giriş yapan bir macerayı anlatıciim. Unutmazsam koridorda bir vatandaşı çevirip sorguya çekmek suretiyle nasıl kaçırttığımı da anlatırım :P

Bu arada git gide kendimi ele veriyorum, sınıfta ve çevrede blog kültürüne sahip bir sürü kişi var, bir gün birinin gelip de 'Ahhaan da Gevezee!' demesinden çok korkuyorum.

Yeni Başlayanlar İçin Mardin | Mutfak

İviiiit, bir Mardin postu ile karşındayım dear okur; ama belirtmeliyim ki bu yazı bütünüyle tamamıyla absalom'a ithaf edilmiştir. Huh.

Ayran Çorbası -10 puaaaan-

Muhteviyatı yoğurt, aşurelik buğday ve nohut olan pek sevgili ayran çorbası, sıcaaaaak Mardin günlerinde özlenendir, candır. Yan komşuya göre yapılışı çok kolaydır, öyle kolaydır ki Geveze bile yapabilir.

Nohut ve buğday haşlandıktan sonra yüksek ateşte biraz pişirilir, soğuyunca üzerine tuzlu ayran boca edilirmiş. Arzuya göre üzerine nane serpilebilirmiş. Detaylı tarifi de burdaymış.



*Tadına gelirseek, benim denediklerim hafif ekşiydi; ama güzeldi. İçindeki ayrandan dolayı -aslında laktik asittten dolayı- çok acayip uykumu getirdiğini hatırlıyorum. -belki de laktik asitten değil, hunharca birkaç kâse tüketmemden dolayıdır.-

*Dip not olarak bunun sadece Mardin'de değil, doğudaki pek çok ilde yapıldığını, çorba olarak değil de meze olarak servis edildiğini komşu teyzeden bildirdi Geveze.





Derik Fırın Tava -9 puaaan.-

Bu da Mardin'in Derik ilçesinde pideci gibi, ekmek fırını gibi yerlerde yapılıyormuş. Kendisini iftara gittiğimiz bir yerde yedim. Fotoğrafını çekmeyi de unuttum. -etli yemeklerle aramda büyük bir aşk olduğu söylenemez.-
Pizolalık et, biber, patlıcan, domates, sarımsak ve kuyruk yağı ile yapılıyormuş. -kuyruk yağı, yaa. bak okurcum senin için nelere katlandım ben.-

Nasıl yapıldığına gelirsek, bu malzemeler çömlek gibi çamurdan yapılmış bir tavanın içine dizilip kara fırında ağır ateşte pişiriliyormuş. Püf noktası da tavanın en altına kuyruk yağıyla etlerin dizilmesiymiş. -bunu da iftardaki teyzelerden birinden öğrendim. hişş, aramızda.- Detaylı tarifi de burada.


*Tadı güzeldi, etlerde yağ kalıntısı ya da az pişmiş bir yer yoktu. Kuyruk yağı da çok hissedilir değildi. Ama söylemeliyim ki öyle hafif bir yemek değil.

Mardin'e yolunuz düşerse mutlaka deneyin, kullanılan -ve özel olduğu söylenilen- baharatlarla tadı çok farklı oluyor.



Sembusek -10 puaan ve birincilik teliii-

İşte bu Mardin'de yediğim en güzel şeydi. Nasıl tarif ederim bilmiyorum. Lahmacunun kapalı hali gibi düşünün. Ama hamuru daha lezzetli ve içinde de daha fazla yağ var.

Aynı lahmacun gibi içi hazırlanıp fırınlarda pişirtilebiliyor. Veya Mardin 1. Cadde'deki Kino'da veya Turistik Et Lokantası'nda yenilebiliyor.

*İçine koyulan soğan miktarına dikkat edilmeliymiş, zira az olduğunda lezzetsiz, çok olduğunda ağır olurmuş. -garson abi dediydi.- Ve harcına kesinlikle domates konmazmış.
*Peynirli versiyonu da mevcut ama kıymalı onu döver. Ve bence lahmacundan en büyük farkı, birileri gibi 6 tane arka arkaya yiyebilmeniz ve beklenilenden çok daha az şişkinlik hissetmeniz.

Evde yapmak yerine gidip yerinde yemeniz şiddetle tavsiye edilir ama yine de burada bir tarifi var.


Şıllık Tatlısı -7 puaaan-

Tipik bir şerbetli tatlı. Aslen Antepli ama ben kendisiyle Mardin'de tanıştığım için yazıyorum işte.


*İsmi bir harika, bir şaheser, bir başyapıt. Menüde görünce şaka filan yaptıklarını sanmıştım ama yanılmışım. Hakikaten Şıllık diye bir tatlı varmış. -çok komik ama hayır, ciddiyim sizinle kafa bulmuyorum.-
*Evde yapılmasının pek mümkün olduğunu sanmıyorum zira baklava yufkasına çok benzeyen incecik bir yufkanın sacda pişirilip içine ceviz koyarak sarılması ve üzerine antep fıstığı serpilmesi suretiyle yapılıyor. Biraz yoğun bir tadı var.

Mardin'de Artuklu Sofrası'nda, Urfa'da her yerde yenilebilir.

Tandır Ekmeği -9 puaan-

Bizim apartmanın bahçesindeki tandırın başında bir kalabalık gören ananemin olay mahalline iştirak etmesiyle komşu teyzeler eline bir yığın tandır ekmeği tutuşturunca kendisiyle tanışmış olduk.


Tandırdan yeni çıktığında muhteşem olan güzide tandır ekmeği, ertesi gün ise muhteşem bir biçimde sertleşiyor, kıtır kıtır oluyor. Bu sebeple bence sıcakken güzel.

*Bu arada sadece Mardin'de değil, pek çok doğu ilinde ve dahi Ortadoğu'da yapılıyor. Ben denedim beceremedim, değişik bir teknikle elde açılıyor ve şlap diye tandıra yapıştırılıyor. Bütün bu işlemler esnasında da eller ıslak oluyor.

*Mardin'de fırın ekmeğinden daha popüler. Bu yüzden adım başı tandır görmeniz bir süre sonra sizi şaşırtmıyor.

*Tereyağıyla da muhteşem oluyor.







Bu postta da Mardin mutfağına ana hatlarıyla değindik dear okurcum ve absalomcum. Bu kadar beklettiğim için de 1239846023657829346574358923745 defa özür diliyorum, o kadar çok ödevim vardı ki anlatamam.

Bu arada salı günü Fransızca sınavım, gelecek hafta da matematik, din ve kimya sınavım var. Eğer benden haber alamazsanız Interpol, CIA, FBI, KGB, MİT, 007 James Bond, Sherlock Holmes, Dr. Watson, X-Men Wolverine ve bilumum teşkilatları harekete geçirmekten çekinmeyin. Kendinize iyi bakın, bu zavallı sefil öğrenciye de dua neyin edin.

Au revoir. -geçen postta da au revior yazmışım aceleden, artistliğim Charlie Chaplin'den hallice olmuş. sen de uyarmadın ki dear okurcum.-

Merhabaa!

Merhaba dear okur. Son bir aydır hayli sorumsuzca ortadan kayboluşum hakkında ne desen haklısın, suçluyum ve sorumsuzum.

Ama bi sor, neden yoktun Geveze'm diye. Bi sor lütfen.

Yoktum, çünkü çömezdim. Çünkü okullar yeni açılmıştı, biz de yeni taşınmıştık. İnternetimi bir türlü bağlamadılar. Sonra da ödevler yağmur gibi yağmaya başladı. Şu 3 haftada iki tane performans ödevi yaptım, düşün felaketi.


Bir de, nihayet Fransızca öğreniyorum. Yani Fransızca beni öğreniyor da olabilir. Her tarafım fiil çekimiyle dolu. -dün gece rüyamda Jean Reno'yu gördüm, Léon'daki haliyle. elinde Fransızca kitabıyla peşimden koşuyordu filan.-

Sonuç itibariyle işte geldim burdayıııım. Yakın gelecekte absalom'a ithaf ettiğim Yeni Başlayanlar İçin Mardin postlarımı yayınlayııp, Bornova Anadolu Lisesi izlenimlerimi yazıciim.

Au revoir. -artistliğimi de yaptım, giderim artık.-

Birbiriyle Alakası Olmayan Cümleler Bütünü

*Her tarafta koli, her köşede koli. Aç aç bitmiyor dear okur, nihayetinde kendimi kolileyip koyacağım kapının önüne; o olacak.

*Türkiye'nin şampiyon olmasını isteme sebeplerimin başında Amerikalıları bastırma güdüsü yok efenim. Kesinlikle onlara pis emperyalistler demiyorum. O sizin hüsnükuruntunuz. -kontrol ettim, birleşik yazılıyormuş. (bkz. tdk)-

*An itibariyle Türkiye tam bir rüsva, tam bir komedya. Tarihinde ilk defa finale çıkınca 'Allah Allah!' diye koşacaklar, ciddi ciddi ter dökecekler sanırken 20 sayı farkı gördüm. Hayır Amerika mükemmel bir takım değil, ama niye konuşuyorum ki? -zaten fazla fazla kritiği yapılır bu maçın. kafa ütülemeyeceğim işte. huh.-

*Bu arada Lllamar Odom'a kafa atasım geldi birden. Neden bilmiyorum.

*Okullar hakikaten açılıyor yahu. Merak eden okurlarım, BAL'a İngilizce'den girdim, yabancı dilim Fransızca, seçmeli dersim de resim. Ama niye sordunuz tüm bunları, anlamadım yahu.

*Semih Erden'in dünkü 0.5 bloğu neydi öyle.

*Senaryom var; yapımcım, oyuncum ve teknik ekibim yok. Yolun yarısını geçmişim, değil mi?

*Durduk yere dolgulu dişim çürüyor. Ama kendince bana kıyak geçmiş olacak ki, ağrımıyor. Buradan kendisine selam söylüyorum.

*Sebepsiz bir iç daraltısı yaşıyorum. Zaten yaz başında verdiğim kiloları da bayramda geri aldım.

*Dün bir gafletle Atilla Dorsay'ın köşesini okudum. Ama eğlendim.

*Odamı yerleştirirken dolduruşa gelip poşet poşet çöp çıkarttım. Bu demek oluyor ki bir hafta sonra bizim eve en yakın kırasiye ihya olacak.

*Yalnız var yaa, nereye yerleştiğimi soran okurumun amacını çözdüm. Bulacaksın beni değil mii. Ama imzalı fotoğraf vermiyorum canım ya. -zaten o da imzalı fotoğrafımı istememişti ama olsun.-

*Aslan Asker Şvayk'ı okuyorum ve her nedense Yaroslav Haşek bana çok tanıdık geldi. Sanki kırk yıllık arkadaşımmışcasına bağrıma bastım. -Hindu olsaydım önceki hayatımda aynı gazetede çalışıyorduk derdim.-

*Bu reenkarnasyon çok enteresan bi olay. Ama merak ediyorum, dünyada dolaşan ruhlar sabitse nüfusun tarih boyunca artması sonucu oluşacak karmaşayı nasıl açıklıyorlar? Hayvan nüfusu filan mı düşüyor? -uykum yok benim. bir defa daha okuyunca çok mantıklı bir soru olduğunu göreceksin dear okur.-

Yakında eve internet bağlanır, daha sık yazarım. Kendine iyi bak, yokluğumda beynini ütüleyecek başka birini bulma dear okurcum.

edit: an itibariyle 64-81 yenildik. seyirci de ne coşkuluydu değil mi? maçın başından beri hooop oturdular.

Musiki.

Bu aralar müzik yerine musiki deme kararı aldım. Niye bilmiyorum, kulağa daha melodik geliyor. Evet. -aslında çok rasyonel bir insanımdır. bakmayın bu paragrafa.-

Yandaki müzikleri değiştirdim ve altlarına ne olduklarını yazıyorum dear okur, böylece bu ne, diye tıklayıp benim yüzümden kulak felci olmazsın, seçer beğenir dinlersin diye düşündüm.
İyi yaptım değil mi? Cevap veriyorum, evet :))

Üstüme Basıp Geçme Yâr

Gökhan Kırdar'dan ananeme gelsin efenim, Üstüme Basıp Geçme.

Son birkaç gündür ananemin paspası oldum dear okur; saçımı süpürge, ayağımı klima yaptım, o kadar seviyorum yani. Bir cefakârım, bir fedakârım ki ah sorma. -bu kısa çizgi arasında inanmış gibi yapıyoruz-


...Olayın aslı ise aşağıdaki flashback'teki gibidir...

Anane bir sahurda daha evde ordu beslermişcesine şen ve tantanacı bir biçimde karnını doyurur. Burnunun dibinde çalan horoz efektli saati duymayan ama sahur programlarının sesiyle yerinden fırlayan cefakâr, fedakâr Geveze su içmek için mutfağa gider.

Geri döndüğünde o kadar bitkin, o kadar uykuludur ki kendi yatağına kadar gidemez ve ananesinin yerdeki döşeğinde uykuya dalar.

Aradan ne kadar geçti bilinmez ama bir süre sonra Geveze bacağında bir basınç hissederek korkuyla uyanır. Aptal aptal etrafa bakınırken ananeyle göz göze gelir ve her şey yerli yerine oturur.
Anane, Geveze'nin üstüne basmıştır. Torunu Geveze'nin üstüne basmıştır. Ciddi ciddi, olanca 75 kiloluk ağırlığıyla basmıştır.


Şimdiye kadar ananemle pek çok saçmalığa imza attık dear okur, ama bu kesinlikle ilk 5'e oynar. Bacağımda güdük, tombik bir 36 numara ayak izi taşıyorum hâlâ. Bir de bu yetmezmiş gibi az önce ayağıma bastı.

-Ohş. Ne güzel soğukmuş ayağın ya. Dur bakiim, getir bi daha basıcam. Ohş. Buz gibi. Naaptın sen ayağına böyle Geveze? Buz gibi valla. Ay kaçma dur! Dur diyorum, kaçmasana!

Hikaye Yazabilen Dear Okurlara Duyuru

Dear okurcum, edebiyata ilgin varsa, hikaye yazabiliyorsan sana bi teklifim var.

Hadi gel Orlando'nun açtığı blogda hikaye yaz. Evet evet, gel hadi. Ya da yorulma, mail filan at.

Çekinme, bi mail yani.

Müdür bu. Mail bilgileri için bi tık.

Burgu ve Tonlama

Her annenin kullandığına inandığım 'gözleriynen anlatma' suretiyle gerçekleştirilen iletişim tarzını biliyorsundur dear okur.
Anne bakar; evlat susar.
Anne bakar; evlat çay getirir.
Anne bakar; evlat kolonya getirir.
Anne bakar; evlat oturuşunu düzeltir.
Anne bakar; evlat odasına çekilir.
Anne bakar; evlat yerin dibinde dinlenme tesisi kurar.
Bizim evdeyse anne bakar, evlat da bakar. Zira ben hiçbir zaman bakışlarla gerçekleştirilen 3. taraf işlevselliklerinde görev alamadım. Bu yüden de ananem bir can kurtaran edasıyla Burgu ve Tonlama'yı hayatımıza soktu.

Burgu ve Tonlama 101
Kullanım Alanları: 3. şahıslara çaktırmadan ayar verme, kurbanın 'gız gibi' (bkz. Ananeler Ne Der, Neyi Kasteder?, Bölüm 7, Sayfa 218; Geveze Yayınları 2010) iş yapmasını sağlama.
Kullanım Periyotları: Spesifik bir periyot söylemek zor olsa da 'vur deyince öldürmemek' ölçüsü hayati önem taşır. Zira bir süre sonra advers etkiler görülebilir.

Kullanan İçin Advers Etkiler: 40 senelik tenor gibi konuşma, karşı tarafın her lafınızı iğneleme olarak algılaması, el parmaklarında kaz spazmı, gözlerde fırlaklık.

Kurban İçin Advers Etkiler: Paranoya, aşırı yorgunluk, dikkat dağınıklığı, vücutta morarma, zaman zaman kronik TBEK sendromu. (bkz. Toz Bezli Ev Kızı Sendromu)

Kullanım Şekli: Kubana en az 15 santim uzaklıkta, tüpü dik tuta... Yani anla işte dear okur; cümlenin bazı yerlerinde sesi inceltip kalınlaştırarak karşı tarafa mesaj vermek suretiyle tonlama, karşı taraf tonlamadan anlamazsa parmaklarla kaba eti veya kolu mıncırmak suretiyle burgu kullanılmaktadır. Örnek bir enstantane ekte verilmiştir.

Not: Burgu günümüzde kullanılmamakla beraber geçmişte pek çok işe yaradığı konusunda tezler epey fazladır(Kaynak: Anane). Günümüzde Geveze tarafından gerçekleştirilen pilot uygulamada çok ses çıktığı tespit edilmiş ve ekstrem durumlar hariç kullanılmamasının kullanan kişinin rezil olmaması açısından önem teşkil ettiği belirtilmiştir.
("AaAaAaAy!!! Acıtıyormuş bu yaa." Mazoşist değilim, hayır. Sadece içimdeki bilim aşkı durmak bilmiyor.)

Şekiller için (bkz. ek)


EK
Tonlama Enstantanesi
-Givezeeeğ, sen bi motfaaa bakar mısiğn?
(Geveze'nin iç sesi: Aaay, sesi çok fena, mutfakta ne oluyor ki?)
-Geveziiğ, yıvram sen konüşmaktan yorülmadin mı?
(Geveze'nin iç sesi: Sanırım susmam gerek.)
Örnekler çoğaltılabilir.

İngilizce'nin Beyni Ele Geçirmesi Sorunsalı

Mardin'den bildiriyorum. Ben bu gün acayip rezil oldum. Ama kimse görmedi. -şanslıyım sanırım.- Bu yüzden gelip burada ifşa ediyorum. -safım sanırım.-

Buradaki insanların çoğu Türkçe bilmiyor. Hatta yanda bir teyze var, annemi her görüşünde 'Çaav tohtor çaav!' diyor :) Evlerde Kürtçe konuşuluyor. Çocuklar da -haliyle- okula başlamadan Türkçe öğrenemiyor. Ve benim maceram da bununla alakalı.

Ehem. Başlıyorum.
Ekmek almak için evden perişan bi halde çıktım. Apartmanın karşısında minnak bir çocuk çamurlardan bir şey yapıyordu. -bence ayakkabıya benziyordu ama kale de olabilir. net göremedim.-
Sonra kafasını kaldırıp bana baktı. Baktı. Baktı.

Kürtçe olduğunu tahmin ettiğim bir dilde bana bişeyler anlatmaya başladı. Kumdan kalesini/ayakkabısını gösterdi. Arkada otlayan keçileri gösterdi. Beni gösterdi. Baktı. Baktı. Baktı.
Bence söylediklerinin ve bakışlarının meali şöyle;
-Öyle perişansın ki seni çamurdan keçi sandım.

Tabii ben de bu olay karşısında senelerdir kafama kazınan BilBirDil-KonuşBirİng ekolünü uyguladım. 'Bilmediğin Bir Dilde Konuşan Biriyle İngilizce Anlaşmak'

Evet dear okur, çocuğa 'Do you speak English?' diye sordum. Ardından vatandaş bana aynen şöyle baktı. Baktı. Baktı.
Koşarak olay yerinden kaçtım.


Olayın 5. boyutuna bakarsak, senelerdir gördüğümüz İngilizce eğitim sonucu yabancı dil deyince aklımıza İngilizce geliyor. Her Türkçe bilmeyen insana İngilizce Expension Pack'le doğmuş gibi muamele ediyoruz. Suç benim değil, sistemin.

Nice insanlar var Pelin Ba.. Yani İngilizce aksanıyla Türkçe konuşuyor; çok irrite oluyor, hatta hört atak geçiriyor, sıpikırları seviyor, moralleri daaavn oluyor. Yaa. İşte bunların ve benim duyusıpikingliş'imin sorumlusu hep sistem.
Yoksa ben böyle bir saçmalığa imza atmam, beni tanırsınız.

Nasıl Delirdim | Bir Ergenin Sarkastik Macerası

Mardin/Derik'ten size seslendiğim şu dakikalarda manyak gibi sağımı solumu kolaçan ediyor, arada bir de Shakira vari 'shake shake it' hareketlerine gark oluyorum. Zira her tarafta sivrisinek var. (Mardin'de ne işim var? Annem mecburi hizmet için 350 günlüğüne burada. Anneannem ve ben de manevi destek için geldik.)

Ne şartlar altında olduğumu anlattığma göre aksiyon sahnelerine geçiyorum dear okur. Ufak dil sürçmelerini mazur gör.

Ehhem. Öhhöm. -boğazımı temizledim.-

***

Tarih 20 Temmuz 2010, mekan Sun Express Mardin uçağı. Geveze kulaklarında Tanju Okan, bir yandan kafasını sallayıp bir yandan da kitap okumaktadır. -multi tasking.- Derken tuvalete gitmesi gerektiğini fark eder. Tam ayağa kalmışken anons yapılır:
"Nütfen nerlerinize toturup nepniyet kmerlerinizi bağlayınnığz."

Haliyle Geveze koltuğuna geri oturur.

***

Aradan bir vakit geçer, havaalanından koştur koştur emniyete gidilir. Yeşil pasaport için parmak izi verilmeden önce Geveze yine koştur koştur tuvalete gider.

Tam burada ekran kararır. Tekrar aydınlandığında Geveze'ye yakın markaj dalınmaktadır. Geveze'nin suratında ablak, şaşkın, korkmuş, ürpermiş, midesi bulanmış, gözleri yaşarmış, kindar, agresif bir ifade hüküm sürmektedir.

Derken ekran yine kararır. Aydınlandığında jimmy-jib tuvaletin deliğine doğru koşturmaktadır. Delikte ise bir Samsung j700 + 1 gb bellek kartı + hatıra fotoğrafları + telefon numaraları + önemli olayların kayıtlı olduğu takvim dönüp durmaktadır. Dönüp durmaktadır. Dönüp. Durmaktadır.

*** burada reklam girer***
*Onlarınkiy gibi bir yaşamınız olmayabiliyr ama onlarınkiy gibi bir arabanıız olabiliyr. Magnum Gold yiyin Bentley Continental cii tii bişey KAZAN[maşansınıyakalay]IN.
*Arkgo traş jéli. Odom gıbi bakım. -é=hayli açık e.-
*Tütttütütütüüütü. Dimmes limonata. Katkı maddesi içermeyen tek limmonata.
-burada messenger titrer, reklamların kalanını kaçırırım.-
*Mola Bitdi. Coca Colayle keyif sürüyor. Eaaeeaaahhhhş.
***burada reklam biter***

Geveze'nin ağzı önce 'Eedriyıın' der gibi büzülmüş, sonra 'Haaaay seniiii' der gibi açılmıştır. Sonra kapanmıştır. Sonra limon yemiş gibi olmuştur.

Kolları ileri doğru uzanmış ama sadece uzanmıştır. Ve Samsun j700 bütün haşmetiyle tuvaletin deliğine 'şlop' diye düşmüştür. Ekran kararır.

***

Geveze annesini çağırmıştır.
'Ahhahahah. Anne nooldu biliyoo musuan... Ahhhhahah. Telefonum tuvalete düştü. Ühüüüvvaaaaa. Telefonum. Ühüvvaaa. Fotoğraflarım. Ühhüü. Tuvalet. Ühüvvvaaaa. Takvimim. Ühüv. Telefon rehberim. Ühüv. Tuvalete düştü. Ühüvvaaaaaaaa. Düştü. Ahahah.'

Ve anne ben-sana-söylemiştim bakışını yapar. Sonra da;
'Keşke tuvalete girmeden önce telefonun bana verseydin. Hep de cebinde taşıma onu derim ama.' der. Ardından Geveze avaz avaz konuşur:
'Teselli et beniiğ. İstemeden olduuuğ. Cebim çok dardı aslındaağ. Teselli et beniiiiiğ. Tesellliiiii. Senin yüzündeeeen. Eveeeet, senin yüzündeeeeeen.'
'Önemli değil, yenisini alırız. Ama dikkat etseydin keşke.'
'Aceleden unuttuuuaam. Ama senin yüzündeen. Bana hatırlatabilirdiin. Ama hatırlatmadıın. Cebim de dardı. Düşüverdii. Senin yüzündeen. Hatırlatabilirdin. Dardı cebiiiim. Dardııı. Düşmezdiii. Cebiiim.ÜHÜVAAAAAAĞĞAAAHAHAHAHAHAHAHAAAAAH.

Ve ardından görevlilere haber verilir. Ama telefon çıkartılamaz zira delik neredeyse bir metre kadar derindir. Çıkartılmasına imkan yoktur.

Bu Filmden Çıkarılacak Dersler
*Geveze sakar DEĞİLDİR. Sadece kazaya yatkındır.

*Bir ergen;
a. Her zaman haklıdır.
b. Haklı olmadığı zamanlarda a maddesine göre davranılır.

*Bu olanlar tamamen Geveze'nin annesinin suçudur. Çünkü;
a. Geveze'yi sürekli 'Telefonunu cebinde taşıma.' diye uyardığı için şapşallaştırmıştır.
b. Tuvalete girmeden önce Geveze'nin telefonunu almamıştır.
c. Geveze'yi suçlamamıştır.
d. Geveze'nin cebinin dar olduğuna inanmamıştır.
e. Geveze'ye acele ettirmiştir.
f. geveze her zaman haklıdır. bonus track: Ve masumdur.

*Para biriktirmek zor iştir. Hakikaten. Anneyle ananeyi söğüşleseniz bile.

*Geveze'ye acilen N97 alınmalıdır. Çünkü o tuvalet deliğine sığmaz. Yoksa başka bir nedeni yok. Yok tabii.

*Kurallara ve anonslara uymak kötü bir şeydir. Sırf kurallara ve anonslara uyduğunuz için;
a. Telefonunuz tuvalete düşebilir.
b. Hepsi annenizin yüzünden olabilir.
c. Daha önce telefonunuzu cebinizden düşürüp tekrar bulmanıza ve zilyar defa uyarı almanıza rağmen olanlar olabilir. Ama ergenseniz masumsunuz.
d. Gideceğiniz yere geç kalabilirsiniz.
e. Kazulet olabilirsiniz.
f. Saf konumuna düşebilirsiniz.
g. Ya da hiçbir şey olmaz.


Yarınki Derik macerasını bayiinizden ısrarla isteyiniz. Zira yarınki macerada aksiyon, romantizm, kan, revan, yara, bere, sarımsak, tuz ruhu, tornavida, vahşi hayvanlar ve entrika göz dolduracak.

Bunu ben bile hayal edemezdim. Stephen KING

Benim kitaplarımın daha edebi hâli. Geveze bunu nasıl başardı anlamıyorum. Dan BROWN

Çöl ikliminde geçmesine rağmen bize bizi anlatıyor. Seattle Times

Benden daha boş ve popüler olamaz. İmkanı yok. Stephenie MEYER

Ticar... Yani edebi tanıtımlarımıza yeni bir form ekliyor: Çok okunan. Bestseller listelerinin köküne kibrit suyuu! New York Times

Bu öykünün filmini çekmeyi planlıyorum, çok etkilendim. Başrollerde radikal bir değişiklikle Johnny Bonham Carter ile Helena Depp'i oynatacağım. Tim BURTON

Olay Mardin'de geçiyor. Woody ALLEN

Edito: İvit, bu muhteşem övgüleri toplayan harikuleyt yazım, iştee burda:

http://gevezenindunyasi.blogspot.com/2010/12/yeni-baslayanlar-icin-mardin-2-bir-nevi.html

Tercih Tercih, Söyle Bana Var mı Evde Eğitimden Güzeli?

Karar verdim, ben liseye filan gitmeyeceğim. Evde oturup ahşap boyayacak, yüzlerce kedi besleyeceğim.

Zira son birkaç gündür tercih yapmak için bir kafamın üstünde dönmediğim kaldı dear okur. Sen git 487 ortalama yap, sonra da bir yere yerleşeme.. Ben kendime burnumla gülüyorum.

St. Joseph dedim, müdürü rahip dediler. İzmir Amerikan dedim, misyoner dediler. Kabataş olsun dedim, İstanbul olmaz dediler. Ankara Atatürk Anadolu olsun dedim, Ankara olmaz dediler. Konservatuvara gideyim dedim, 4 yıl boyunca şan, keman ve bale eğitiminin sinema kariyerime ne faydası olacağını bilemedim.

Sonra BAL'ı yazayım dedim, müdür yardımcım isyan bayrağını çekti.
'O puanla BAL mı yazılır Geveze? Sen 4000. oldun, oraya 17000. de yerleşecek. Farka bak. Burada da benzeri durum vardı ama biz özel okuluz diye seviye sınıfı yapmıştık. Rekabet ortyamı vardı. Orada ne yapacaksın?' dedi. Sonra bir umut fen lisesi için uğraştı ama kabul etmedim. Aslında BAL konusunda adam haklı. Ama annem gerekli elemeleri yaptıktan sonra İzmir'de başka anadolu lisesi kalmıyor ki.

Bir tanıdığımız da Türk Koleji iyidir iyi, dedi. Sonuçta tercih formuna BAL yazdık. Hatta %99.9999999999 ilk tercihime yerleşecek olmama rağmen annem 4 tane tercih yaptırdı.

Ama benim gelecek planımda daha ilk cümlede belirttiğim gibi evde turşu olarak yüksek lisans yapmak var. Hatta 20 yıl filan sonra The Simpsons'daki Hayvanlı Kadın'ın (bkz. Eleanor Abernathy a.k.a. Crazy Cat Lady) dublörü olacağım. Gecelerce kedi fırçalayıp tüy toplamam gerekse bile yapacağım bunu. Ahahahah. -kafayı kırmış grotesk karakter gülüşü-

Portaakalııı Sooyduuuum

Vücudumun %70lik dilimindeki su beynimi de alıp buharlaşırken yağmurlu, serin ve güzel Londra'yı özlemle anıyoruz. -hakikaten. özledim keratayı.-

Zaten temamı değiştirmeyi planlıyordum, Londra aşkım da depreşince dear okurcum, seni telefon kulübelerine boğdum. Ve dahi yeni müziklerin ilki hariç hepsi Londra'lı. -sniff.-

Sıcaklar artmaya devam ederse de Londra üzerinden İzlanda'ya geçicem. -ohş. buzlar buzullar. serin denizler.-


Az laf çok iş okurcum. Hemen yandaki şarkıların isimlerini yazıyorum; seç, beğen, dinle.

The Rasmus - Sail Away -içinde londra'ya dair bişey geçmeyen tek şarkı.-

3 Doors Down - Landing in London

Coldplay - Cemeteries of London

British Sea Power - Carrion

Radiohead - Fake Plastic Trees

Lilly Allen - LDN

Abarttığımın farkındayım, evet. -birkaç çeşidin içinden çıkamayıp hepsini birden alanlara selam olsun.- Bu arada yandaki anketi oylayıverenler de çok sağ olsun.

Bir Düğünün Anatomisi ve Topuklu Ayakkabı Nefreti

Yaz geldi ya, keşke gelmeseydi. Sonbaharda kalsaydık noolurdu ki..
Yer altı su kaynakları asfalttan atmosfere yükseliyor, tahminen 234235 derece filan dışarısı. Ama insanlık öyle bir azmış ki, sıcağı takmayıp manyak gibi evleniyorlar.

Evleniyorlar da sana nooluyo, diyebilirsin dear okur. Bir zamanlar ben de öyle derdim. Fekat topuklu ayakkabı giymeye başladığımdan beri demiyorum.

Malum, ben hafif.. Biraz.. Azıcık? Tamam tamam, epey bodurum. -1.57 diye boy mu olur ya.. eylülde liseye başlayacağım, kapıdan çevirecekler ilköğretim şu tarafta diye. hayır 7,5 sene de basketbol oynadım. dizime platin taktırıcam o olcak.- Bu sebeple dış mihrakların baskısı artınca annemin kuzininin düğününde topuklu ayakkabı giydim.

Hay giymez olaydım dear okurcum ya.. Yok, olay yürüme problemi değil, parende bile atabiliyorum artık topuklularla, çalıştım. Olay şu ki, boyum 10-15 cm uzayınca herkes beni görmeye başladı.
Zaten ananemle takım olduk, -ben de kırmızı kafalıyım artık- onun etkisiyle insanlar zaten varlığımı fark ediyorlar. Bir de boyum uzayınca çok göze batar oldum.

Daha salondan içeri girer girmez fark edildim. Elime kolonya tutuşturup karşılama komitesine soktular zavallı beni. Hayır zaten elbise giymeye alışkın değilim, ha bire eteğini düzeltip askısını çekiştiriyorum; bir de elimdeki kolonyayı üstüme değil davetlilerin eline dökmeyi nasıl başaracağım ki..

Her gelene sırıtmaktan acayip kas yaptım. Yanaklarımla kalem tutabilir, yazı yazabilirim bence. -abartmıyorum.-
Ayrıca ne kadar sıkıcı bir işmiş o komitede olmak. İlk önce gelenlerin saçına makyajına puan verdim kendimce ama sonra vatana millete faydam dokunsun dedim, sırf senin için dear okur; istatistik yaptım.


Düğün İstatistikleri Bir Düğünün Anatomisi
Kolonya
45 yaşın üstündeki 57 erkeğin %98'i eline kolonya dökülmesinden memnun oldu. Bu %98'in % 67'si kolonyalı ellerini hiçbir yere kurulamazken, %33'ü ceketinin yakası, saçı ve sakalı gibi muhtelif yerlere kuruladı.

45 yaşın altındaki 63 erkeğin %75'i eline kolonya dökülmesinden memnun olurken geri kalan %25'i kolonya istemedi. Bu %25'in %50'ı buram buram parfüm kokarken %20'sinin eşi de kolonya istemedi; geri kalanı manikürlüydü ve belki de ellerinde krem vardı.

45 yaşın altındaki 53 kadının ancak %58'i kolonya severken geri kalanı kolonyadan köşe bucak kaçtı. Bu %48'in %59'u hiper-süslü ve parfümlü, %10'u kolonya sevmezken geri kalanı kolonyanın içindeki alkolün cildini pörsüştüreceğinden ve benim mırıl mırıl yüzdelik hesaplamamdan korktukları için kolonya istemediler.

45 yaşın üstündeki 66 kadının %72'si kolonyadan memnunken geri kalanının %68'i süpersonik süslü ve parfümlüyken geri kalanı kolonyaya veya metamatikte zorlanan kızlara alerjiktiler. Kolonya alanların sadece %7si ellerini üstlerine başlarına kurularken geri kalanı hiçbir yere dokunmamaya özen gösterdiler.

Karşılama Komitesine Karşı Samimiyet
Gelen kadın konuklardan %38'i beni şapadanak öperken %12'si yanaklarını yanaklarıma sürtmek suretiyle allıklarını bana bulaştırdılar. %8'i elimi sıkarken geri kalanları -sağ olsunlar- hiçbir samimiyet gösterisinde bulunmadılar.

Gelen erkek konuklardan %30'u beni öpermiş gibi yaparken %46'sı elimi sıktılar. Geri kalanı da öylece geçip gitti. -ki sanıyorum çoğu parfüm kullanmıyordu. bir kısmını da daha önce hiç görmedim.-

Saç Baş Kıyafet
Düğüne gelen bağyanların %89'u makyajlıyken %67'sinin kafasında kuş yuvası vardı. Benim de dahil olduğum %28'lik saçına fön çektirenler güruhu çok pis ayıplandı gözlerle.

Yüksek topuklu ayakkabı giyenlerin (68 kişi ve ben) sadece %3'ü gece sonuna kadar ayakkabılarla kalamayıp çıplak ayakla zıplamaya başladılar.

Ekşın
Sahneye çıkarılanların (28 kişi) -çıkanlar değil, edilgen çatı- %62'si bu anı bekliyormuşcasına göbek atarken %30'u ayıp olmasın diye kıvırttı. Geri kalanlar ise -mesela ben- odun gibi dikilip, kendilerini sahneye çekiştirenler başka yöne bakar bakmaz tüydüler.

$.. Ay yani Takı demek istedim
Takı takanların -iğneliği de tutup saf saf dikildiğim için orada da istatistiklerime devam ettim.- %71'i para taktı. Bu %71'in sadece %2'si 100 lira takarken %93'ü 50 lira, geri kalanı da 20 lira taktı. Arada bir tane 5 lira, iki tane on lira gördüm ama onları kategorize edemedim. Takı takanların geri kalanı da minik -küçük mü yarım mı çeyrek mi hiç bilmiyorum. ufak bi tane var ya kurdelalı, o işte.- altın takarken, aile bireyleri süpersonik şeyler taktılar.


Bir düğünün anatomisi burada biterken oranlar ve sayılar tamamen gerçektir. Hele o oranları hesaplamak ve yuvarlamak için çekilen azaplar daha da gerçektir.

Geveze artık topuklu ayakkabı giymeyecektir.

Bu arada kendisine nottur:
Bir daha küvette kırmızı su görürsen dış kanama geçirdiğini sanıp çığlık atıp şampuan şişelerini devirip milleti ayağa kaldırma. O kırmızı su kafandaki boyadandır, kızıl boya akar. Hem de çok fena akar. Unutmayiğenunutturma.

Not

Merhaba dear okur. Bu not sana -yani okur sıfatına sahip birine- değil, ama tabii okuyabilirsin.

Siteye birkaç defa tıklayıp, 'Blogging işini profesyonelce yapmıyorum. Sadece günlük tutuyorum ve bu yüzden ne domain'imi değiştiririm ne de reklam alırım.'ı okuyan; sonra da en alttaki banner'ı görüp çemkiren arkadaşım; bu not sana.

1. Aşağıdaki reklam değil. Bir kampanyanın banner'ı. Yan kolona da ekliycem ondan, yer bulamadım. Ve onu oraya eklediğimden dolayı hiçbir maddi kazancım olmuyor, sadece sosyal sorumluluğa dair bir şeyler ;))

2. Benim blogum burası, demek oluyor ki borumun öttüğü yer burası. Buraya reklam almam, kendi sitesine reklam alana da mani olmam. Ama takdir edersin ki reklam ve para o çok sevdiğim amatör ruhu bozup burayı bir tür iş mekanına çevirir. O yüzden reklamlı blogları severim ama reklamsız blogları ayrı severim.

Hazır konuşmaya başlamışken;

3. Facebook veya benzeri site davetleri için teşekkür ederim ama almayayım. Tekrar söylüyorum, ben burada bir tür günlük tutuyorum ve bunu ilk önce kendim için yapıyorum. Beyaz Saray'a yerleşmek, dünyayı ele geçirmek, sanal alem celebrity'si olmak gibi bir emelim yok ve bu yüzden blogum için Facebook sayfası -ya da her neyiyse- almakla ilgilenmiyorum. İnsanların günlüğümü okumaya ve dahi yorum yapmaya vakit ayırması beni acayip mutlu ediyor ve bana yetiyor.
Hayran sıfatıyla bloguma insanların uğraması beni rahatsız eder. Zira 'hayranlık' başlı başına incelenesi bir konu ve ben hayranlara sahip olmak istemiyorum. Tekrar teşekkürler.


Buraya kadar geldiysen dear okur, sabrından dolayı kutluyorum. Kendine iyi bak. Uzunca bir zaman gelemeyebilirim çünkü taşınıyoruz. Özleyin beni :Pp

Ev - 2010


Türk sineması son zamanlarda bol reklamlı pop işlere imza atadursun, ev filmi sessiz sedasız gösterime girmiş. Spot cümlesi 'Oyunu kimin başlattığı değil, kimin bitirdiği önemlidir.' olan filmin sitesi burada.


Konusuna gelince, Biri Bizi Gözetliyor tadında bir yarışma evine bir gün eleme kargaşası sırasında bir saldırgan sızar. Bütün girişlere koyduğu bombayı patlatmaması için koyduğu şart ise canlı yayının devam etmesidir.


Buradan bakınca Barda'ya benzediğini söyleyebilirsin dear okur, ama bu daha giriş. Zira filmin beni çeken yanı bu Hollywoodvari serimi değil, aksine düğüm bölümündeki farklı bakış.


-"Çocuklarınızı ekran başından kaldırın, ama siz gözünüzü kırpmadan beni seyredin." diyor saldırgan rumuzlu şahıs. Ve ekliyor, "Bu gece size izlemeye değer şeyler göstereceğim."


İlk önce oyunu kendi kurallarından oluşmuş bir çerçeveye sokuyor, ardından da yarışmacıları terletiyor, adeta Jigsaw the Killer oluyor. Bir anket açıyor, oylar 2000'i geçerse oyuna devam edeceğini söylüyor.

Seçimi Türk halkının iradesine bırakıyor. Ve iradeden çıkan karar öyle realist ki insan kireçli suda yüzen balık gib gözlerini patlatıyor.



Spoiler vermeden konuyu anlattım sanıyorum.

Benim yorumuma gelince; saldırganın amacı 'Siz bunu istiyorsunuz, ALIN O HALDE!' mantığındaki televizyonculuğa başkaldırı. Yapış şekli ise sansasyonun önde gideni.


Gerek film sırasındaki aforizmalarıyla, gerekse yetkinliğin verdiği estetikle kendini izlettiriyor, ve dahi sizi bir anda kendi tarafına çekiyor. Yarışmacıların psikolojisiyle öyle usataca oynuyor ki, insan salondan çıktığında gaza geliyor; 'İzlemem ben bu paçavraları, Türk televizyonculuğu nereye gidiyor Allasen ya!' diye içinizdeki asi uyanıyor. Ben nice zamandır sadece tek programa indirgedim televizyonla olan ilişkimi ama arkadaşlar bu film üzerine ne yapacaklar; gözlemleyeceğim :Pp


Oyunculuğa gelince, kimi sahnelerde -özellikle saldırıdan önceki ev hallerinde- mükemmeldi. Devamında arada hafif teklediler ama ben beğendim. Diyalog yazarını buradan ayrıca kutluyorum.
Oyuncu listesi, senarist vb. gibi bilgiler için sitesini ziyaret etmende fayda var dear okur. Benden tavsiye, bu filmi izlemelisin. Zira hem bakış açısıyla, hem de farklı duruşuyla epey çekici. Bunun yanında biz arkadaşlarlka bir hareket başlattık, 'Türk Sinemasını Destekleme Hareketi' die; sadece bu yüzden bile izlenilebilir diyorum. 9,7 veriyorum. 0,3 puanı cebime atıp gidiyorum.


Dana, Eşşek ve Anarçizm Üzerine Anane Bakışı

Geveze yine anneannesinin (yazının devamında kısaca anane) tepesini attırmıştır. Aslında olay şudur, taşınılacaktır ve sağdan soldan eşyalar kolilenmektedir. Geveze hayli yayıntılı odasındaki züccaciye tükâânını, bir milyoncuyu, halk kütüphanesini, 10 sezonluk gardrobu toplamıştır. Ama çekmeceleri toplamaya üşenmektedir. Ananenin de göbeğini azıcık uzun kestiklerinden dolayı sesi epey yüksektir.

-Eşşek kadar oldun! Azıcık bi laf dinle, anarçik anarçik ne bu böyle! Ben senin yaşındayken evi çekip çevirirdim! Sen de otur 8 yaşı seyret! (Cédric'ten bahsediyor, evet.)
-Ama yoruldum anane ya..
-Köylerde senden küçük çocuklar senden fazla iş yapıyorlar! Yaşından utan, alem 15 yaşında kaptan oluyor, (Jules Verne, evet) sen hâlâ kitap okuyup dürbüne bak! (soluklanır, hızını alır. ve bomba gelir..) KAZIK KADARSIN, DANA OLSAN ÇİFTE KOŞARDIK!
-Ahahahahahaaaaaaaaah. Yani, öhm... Sniff. Ya evet. Haklısın. Dana olsam... Puhahahahaha...
-BAAAK bi de gülüyor, bak bi de arsız arsız.. Hihuhaha.. Ayy, yapma Geveze. Hihuhaha...


Ayar verme seansı iptal edildi tabii ki. Hadi yine iyisin dear okur, sayemde dilimizdeki mühim, ciddi, kalıplaşmış, mikimmel, hayli resmi bir deyimi öğrendin.

Selüloza Geri Dönüş

Malum, SBS gazisiyim ben. Ama ona rağmen içimdeki wedding crasher tipli tatil manyağı durmadı dear okur, durmayacak... Bu sebeple sınavdan çıkıp artiz artiz puanımı yazıp İzmir'e tüydüm.



Ben kendimi zeki sanadurayım, ananem dehasıyla beni alt etmek için hain, habis, hunhar gibi 'h' ile başlayan Osmanlıca kelimelerden oluşan sıfatlara sahip bir plan kurmuştu.
Daha İzmir'de de kuşların cıvıldayıp, trafiğin akıp, insanların koşuşturup durduğunu göremeden dağ başına çıkartıldım. Sağım solum ot, farklı açılardan bakınca rengi değişen janjanlı böcek, üzerinde kuşların gezindiği ezik dutlarla doluyken mangal kokusu eşliğinde kaşındım ve dahi derimi yüzdüm.


Bu vesileyle bir kez daha gördüm ki doğa bana yaramıyor. Hakikaten beynim pörsüyor. Eve gelince Ice Tea diye kola içtiğimi göz önünde bulundurarak kenime bağ bahçe olaylarını yasaklıyorum.
Düşünsene bir dear okur, bir dahaki gezi sonrası bizim ev diye başka bir eve girmeyeceğimin, arabaya biniyorum diye bagaja oturmayacağımın, adımı sorduklarında Abuzitdin demeyeceğimin garantisi yok. Olayı istatistiğe vurduğumuzda 27 bağ muhabbetinin 34'ünde IQ seviyemi 1/75 oranında küçük gösteren saçma hareketlerde bulunduğumu açık seçik gözlemleyebiliriz.


Elimdeki bu sayısal verilere bakarak söylüyorum ki, selülozdan gelmiş olabilirim ama şu yakında bir daha selüloza geri dönmeyeceğim. Ananeeeee, bu da böyle bilineee.

Ve İpi Göğüsledik.. Dırırırım!

Merhabaaa dear okur. Nihayet son SBS'mi verdim, mutluyum huzurluyum.

Matematikten kazmalığım sağ olsun 2 yanlış yapmışım.
4.4=4 Bu da böyle biline. Bir de her 4 kenarlı şekil karedir; unutmayalım, unutturmayalım!

Sonuç itibariyle 492 filan. Merkezi eğilimden düşürürse 490 olur.



Ve SBS biter, gider, Geveze yaz moduna gireer. Gelsin deniz sefaları, dünya klasikleri, filmler, müzikler. Yanıp kül olsun yaprak testleeer. Kendine iyi bak okur.

Geveze Artık Tutarsız, Aynı Senin Gibi Büyük İnsan

Yeter artık dear okur, nedir benim bu 'büyük'lerden çektiğim ya..

Önce gaza getirirler, kişisel geliştirirler; kendine güven, şunu yap, bunu yap, hakkını savun, kararının arkasında dur, hedeflerin için savaş..
Sonra kendini LeBron James sanarsın, burnunun rakımı Everest'e rakip olur, pohpohlana pohpohlana bir hal olursun derken senin hedefin 'büyük'lerin birinin başını ağrıtmaya başlar.

Tam da o noktada kurallara zilyarlarca istisnai durum eklenir,
'Şöyle olursa böyle, böyle olursa da böyle. Onu öyle yapamazsın çünkü o da şöyle... Dırdırdır, vırvırvır... Bundan dolayı da onu aldığın yere koy. Git başka hedefler bul.'
'Kararlarının arkasında dur dedik ama bu bir karar değil emrivaki. Al oku bu Emile Zola kitabını, özetle de gel.'
'Hayır hayır, bu kadar inatçı olmamalısın; hayata ayak uydur, kıvrıl ama kırılma.. O yeee.'
'Geniş ol dostum, bu kadar stres yapma!'
'Heey, vatz aaap!'
'Gel sennen bi marijuhana tütdürellim.' -bu iptal, bu iptal; silin bunu, bu yoktu. Ankara çık aradan!-


Karakter kodlamasına gelince Obama, uygulamaya gelince sümüklü velet oluyoruz; işin ilginç tarafı 'büyük'ler bizden daha güzel burun çekip salya akıtıyor.
Gün olup devran dönünce aynı şeyi biz yapıyoruz 'istisnai durumlar' rasyonalizminde, sonra da tutarsız, karaktersiz, çelişkili oluyoruz.


Resmen 'Söylediklerimi yap, yaptıklarımı değil!' aforizmasına dönüş çağındayız, gitti rönesans filan.
Açıklayın bana dear okur, sosyal terör değil de nedir bu; önce gaza getir sonra da iğneyle patlat! İşine gelmeyince çocuk muamelesi, senin yapamadıklarını yaptırmak isteyince de 'birey'.

Jigsaw the Killer olmuş büyükler ilan ediyorum onları, paşa gönlüme ve keyfimin kâhyasına danışarak...
Bundan sonra 'Ne bu çelişki Geveze, bize vaaz verip kendin üç çuval ceviz kırıyorsun!' diyenlere bkz. vereceğim,

"Burdan ilk sola dön, kavşaktan dümdüz git, ikinci sağ, sonra sol. Gir o depoya, hah. Elinde testere olan adama bear hug yap. Beyaz ışığı görünceye kadar bırakma yakasını, orada anlatırlar sana ne demek istediğimi. Söyleyeceklerim bu kadar, ben sizin bacınızım."

Seviyoooor, Sevmiyoooor

Alice Harikalar Diyarında'yı Ali Sarikalar Diyarında anlayan ananecim, seni seviyorum.

Ne kadar güzel kobay olduğumuzu sınayan MEB'cim, seni sevmiyorum.

Denemelerin en kritik anlarında ucu biten kalemim, seni seviyorum.

En güzel renkli kalemlerinin uçları tel tel ayrılan Stabilo, seni sevmiyorum.

Paranoyaklaşmamın biricik sebebi George'um Orwell'ım, seni seviyorum.

Google'a 3 dakika 28 saniyede bağlanabilen TTNet, seni sevmiyorum. -hatta nefret ediyorum.-

Yıllardır konserlerinde doğru yer/doğru zamanı tutturamayan Teoman'cım, Metallica'cım, Slipknot'cım, her şeye rağmen sizi seviyorum.

Olmadık zamanlarda çözülen ayakkabı bağcığı, seni sevmiyorum.

Yanlış zamanda doğan doğru insan sayın James Dean, seni seviyorum.

Yere düşen bir şeyi aldıktan sonra mütemadi kafamı çarptığım masa, seni sevmiyorum.

Hiçbir şeye oy çokluğuyla on puan veremeyen Kutsal Bilgi Kaynağı, seni seviyorum.

Günlerdir bitiremediğim test kitabı, seni sevmiyorum.

Kağıdı değil fencinin elini zımbalayan zımba, seni -çok- seviyorum.

Bildiğim dört işlemi de karıştırmama sebep olan trigonometri, senden nefret nefret ediyorum.

Mekanik fizik, seni seviyoum.

Sürekli kaybolan çoraplarım, sizi sevmiyorum.

Tan x = sin x/ cos x diye diye bir yandan mırıl mırıl ezber yaparken bir yandan da post yazan ben, tembelliğine rağmen seni de Johnny Depp kadar seviyorum. Şimdi git test çöz, bi işe yara.

Ya Ben Elbiseyi Alırım, Ya Da Elbise Beni!

Yukarıdaki cümlenin telifi bana aittir. İtirazı olan? :Pp

Malumunuz bu sene mezun oluyorum. Bana sorarsanız tamamen bir zamanlama hatası, zira ben daha yeni anaokulunda hamurdan Edi - Büdü yaptım; derken mezun oluyoruz hobaaa, dediler.
Alışverişi hiç sevmediğim için sınava beş kala kıyafet almaya çıktım. Koskoca İzmir koskoca değilmiş onu anladım. 11 saat boyunca gezmediğimiz semt kalmadı, Kemeraltı'ndaki nişanlık zımbırtılarını satan yerlere bile baktık. Hatta bir ara kenar mahalle güzeli Güllü oldum, sağı solu pullu payetli, taşlı boncuklu elbiselerle Angeline Jolie bile taşralı kalırdı o parizyen Geveze'nin yanında.

Nihayet mezun olmaktan vazgeçmiştim ki teyzemin lojistik desteğiyle bir mağazaya daha girdik ve elbiseyle çıktık. O yorgunlukla hemen beğeniverdim elbiseyi, şimdi bakıyorum da iyi bir seçim olmuş.

Fakat bu seçimi yapana kadar 6-7 kadar satış görevlisine kafayı yedirttiğimi sanıyorum. Zira hepsi benim 'abiye' -isminde meymenet yok- elbise ile 'normal, günlük, sıradan' elbise arasındaki farkı bilmediğim konusunda hemfikirler. Ama onlar da şunu bilmiyorlar ki zavallı Geveze'cik okul forması dışında etek türünden bir kıyafet giymeye vakıf olamamış..

Ama buradan yetkililere sesleniyorum, lütfen bırakalım bu bürokratik tavırları, doğal olalım. Kot pantolonla mezun olalım, kendimiz olalım.

Ve bu arada, ilk topuklu ayakkabımı tamşuanda giyiyorum ve şunu gördüm ki topuklu ayakkabı üzerinde Beren Saat'ten daha çok zıplıyorum. Yeter, kadın milletine dayatılan bütün dogmalara yeter. Kravat takarım hiç problem değil; şu elbise arama işkencesinden sonra beyaz bayrağı göndere çektim.

Sayı İmparatorluğu

Merhabalar dear okur. Velilerin öğrencileri can hıraş fen liselerine kaktırdığı şu günlerde çıldırmanın eşiğindeyim.

Aslında her şey milyarlarca yıl önce big bang ile başladı.. Evrile evrile Cro-Magnonlar oluştu. -hepimiz sümüklü bir selülozdan geldik, selüloza gideceğiz.- Cro-Magnonlar devrinde el aletleri, kaldıraç ve benzeri mühendislik dehası ürünler çok ama çok popülerdi. Bu yüzden bu muhteşem ürünleri yapmaya vakıf olanların kabilede eli yüzü düzgün -bir Cro-Magnonun en düzgün hali işte, Heidi Klum ya da Johnny Depp beklemiycen okur- pek çok talibi oluyordu.
Derken sayılar icat edildi, mertlik bozuldu. Bir defa iki çizik atmayı başaran her Cro-Magnon kültürlü oldu, eline her geçeni ölçmeye biçmeye, mağara duvarlarına abes tarihlerde biten takvimler karalamaya başladı.

Modern insana yaklaştıkça sayıların imparatorluğu gücüne güç kattı, bir ülkeye veya kültüre özgü olmamasından mütevellit sınırlarını genişletti. Modern insana on kala ise en parlak dönemine adımını attı. Rönesansla birlikte bilim yükseliyor, en büyük dayanağı sayılar yepyeni keşiflerle tüm dünyayı şokluyordu. Bu sırada ne dil ne kültür ne de sanat boş durmadı, fakat kahretsin ki bilim her yerdeydi! -o her yer neresi 15 senedir çözemedim.-

Derken 2000lere, sözde robotların tüm dünyayı işgal edeceği yıllara geldik. Geri zekalı bir Cro-Magnonun yanlışlıkla bulduğu sayılar sağda, solda, orada ve burada. Mühendislik hâlâ en baba mesleklerden sayılıyor, üniversitelerin mühendislik veya sayısal bölümlerindeki öğrenciler hayattan kopuyor. Ama bölümlerini sevdikleri sürece eleştirmeye hakkım yok tabii ki. Ama aynı şekilde hiçbir insan evladının beni hiç ilgim olmayan sayısal bölümlere ittire kaktıra yollamaya da hakkı yok.

Ama fak dı sistımımız, canımız ciğerimiz ülkemizde devletin tekelinde bulundurması ve hiçbir şekilde paralı olmaması gereken eğitim ve sağlık sektörlerini bilimum ticarethaneden bozma kurumlar işgal ettiğinden dolayı; bir dönemin sayısalcı ihtiyacından doğan fen lisesi popülaritesini kaybetmeye hiç mi hiç niyetli görünmüyor. Özel okullar hâlâ fenlere gönderdiği öğrenciler kadar konuşuyor. Veliler de fen liseleri öğrencilerin tepesine kuş konduracak sanıyor, resmen üzerine atlıyor.
Bir de katsayı muhabbeti var ki akıllara zarar bir paradoks. Bu nedenle SAYISAAAL düşünen öğrenci fen lisesine gider, EŞİİT AĞIRLIIIIIIIIK düşünen öğrenci, SÖZEEEEEL düşünen öğrenci anadolu lisesine, sosyal bilimler liselerine gider. Diplomat ya da sosyolog, o da olmadı etimolog olacak bir Geveze SAYISALCI DEĞİLDİR; SAYISALDAN NEFRET EDER, FEN LİSESİNDE İŞİ NEDİR?! -gözünüze soktuğum için özür dilerim, agresifim sanırım birazcık.-

Ve asıl bomba soru, Geveze aşağıdaki diyaloğun baş kahramanı olmak zorunda mıdır??

Teyze: Ee SBS nasıl Geveze?
Geveze: Güzel, iyi.
Teyze: Puanın kaç puanın, onu söyle bakiim bana.
Geveze: İyi iyi, hoş.
Teyze: Kaç?
Geveze: Güzel.
Teyze: Gevezeee?
Geveze: ......... kadar bişey işte.
Teyze: Hımm, nereyi düşünüyordun ki sen?
Geveze: BAL ya da Amerikan Koleji, kararsızım. Amerikan Koleji'nin epey artısı var ama ideolojik olarak da devl...
Teyze: Fen lisesine gitmiycen miuiuueeee?!
Geveze: Ben aslında sayısaldan hoşlanmıyorum. O yüzden fen lisesini seçeneklere hiç katmamıştım.
Teyze: Ama senin bu puan BAL'a fazla gelir.
Geveze: Gelsin. Olmaz bişey.
Teyze: Ama fen lisesi...
Geveze: Fen lisesi sayısal düşünenler için mantıklı bir seçim. Ben sayısaldan hoşlanmıyorum.
Teyze: Olsun çocum git sen bi bak ortamına filan. Ordan da diplo sosyo eti olursun.
Geveze: Yok ama; bir kazancım, bir artım olmayacak ki fen lisesine gidip..
Teyze: Olmaz olur mu hiç Gevezeciiim...
Geveze: Hahah, doğru söyleyin; komisyon mu alıyorsunuz fen liselerinden?
Teyze: Huh? Yok canım, fen lisesi prestijlidir diye söyledim ben.
Geveze: Olsun, ben fensiz prestijli lise düşünüyorum yine de.
Teyze: Ama fen lisesi... FEEEEEEN!!! Hem de FEEEEEN!!! FEEEEEN!!!

Şeyinizi de Alıp Gidin Bu Ülkeden. Lütfen.

Hepsinden önce söylemeliyim ki TDK kadar kıl olduğum kurum yok denecek kadar az şu dünyada. Tamam işim düşünce canım cicim diyorum ama yok dear okur, depemize çıktı iyice.

Hayır, aklı evvel bir kurum mart kedisi gibi durup durup kural değiştirmez, zurnanın çü notasından kural çıkartmaz.

-O değil de bu sene bir değişiklik yapalım, bir bomba patlatalım geçen seneki imla kılavuzu sönük kalsın.
-Tamam. Hımm. Salata da Tuzsuzmuş.
-'t' büyük olmaz, tuz özel isim değil.
-Olur. Ama o zaman Tuz Gölü derken 'g' büyük olmaz.
-Olmaz.
-Olmaz.
-Oldu o zaman. Yeni kural budur Watson!
-İmkansızları ele, geriye gerçekler kalır Holmes!
-Git işine bi çay koy allasen.

...1 yıl sonra...

-Var ya ben bu göllerin ismini büyüttüm. Ama mesela Aydın İli derkenki 'i'yi küçülttüm.
-'i' ne arar la bazarda?
-Makul bir soru sordun kabul edip cevaplıyorum: Aydın deyince insanın aklına il geliyor, o yüzden büyük harfe ne hacet.. Bir sürü mürekkep boşa gidiyor. Ama Konya Ovası dersen 'o' büyük. Çünkü Konya deyince akla Mevlana geliyor. Sonra oysa ki, madem ki derken 'ki' kendisinden önceki kelimeye bitişik yazılıyor. Bir de bütün şeyler ayrı. Akrabalık sıfatları küçük. Aile bakanı 'Akrabalık sıfatlarını küçük harfle yazmak tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır.' derse de acayip sükse yaparız zaten. Geçen yılki şok kararları sollar geçeriz.
-Barmen, bu ne içtiyse bana da aynısından lütfen...


'Değişen bütün kurallara nasıl ayak uyduracağız?!' sorunsalını geçtim, inek yavrucaklar nasıl yazım ve noktalama testi çözecek bilemiyorum. Zira kitaplar mors alfabesinde S.O.S olacak şekilde bir testte eski, bir testte yeni kılavuzu baz alıyorlar.
Bir de şu var ki; zavallı ben 'şey'leri bir bitişik bir ayrı yazmaktan helak oldum. Hangi şey, herşey, bir şey, o şey, her şey, şu şey, bu şey, birşey... Zaten şey Arapça Şeyh kelimesinden gelmiş olup Türkçe değil. Biz onun yerine USP diyelim: Unidentified Set Phrase. Çağdaş oldu.

Uzun lafın kısası, sevgili TDK;
'Şey'inizi de alıp gidin bu ülkeden. Lütfen.

Bırrrrak Dağınık Kalsın

Defalarca işitmişimdir bu cümleyi.. Genellikle de olaylar şöyle gelişir:

Birisi benden ufak bir iş ister. Tam elimi attığım anda bir sakatlık yaratırım havadan ve kurban olunası o cümle gelir:
Bırak dağınık kalsın!
Ama bugünkü olağan saçmalama seansımda bu cümlenin farklı bir kullanımına carlayacağım.

Düşünün bir eleman, kendi hür iradesiyle çok zor koşullar altında ülkenin doğu yakasında yaşamayı seçmiş. Sözde amacı insanlara yardım etmek. Ama tek yaptığı şey halinden yakınmak ve ajitasyon yapmak, zaman zaman arabeske bağlamak: 'Bak ben ne asil bir amaç için ne çileler çekiyorum! Acı bana, sev beni, kabullen beni, asimile et beni, öp beni, ara beni, boya beni, ye beni, iç beni!' Bu durumda söylenecek iki şey vardır:
1. Senin insanlığa yardımına da ajitasyonuna da ta aa aa aa rararam...
2. Bırak dağınık kalsın. Etme hiçkimseye yardım filan!

Hangisini kullanacağınız size kalmış tabii ama ben 2.yi tercih ediyorum :))


Olayı biraz daha dürtüklemek suretiyle açarsak, insanoğlu manyaktır. Kesinlikle manyaktır. Hayvanlardan farklı olarak 'medeni', 'evcil', 'domestik' ve gerçekten geniş bir toplum içinde yaşamasından mütevellit pek çok varyasyon geliştirmiştir. Bahsi geçen varyasyonlar çoğu zaman birbirini yiyerek egolarının hayatta kalmasını sağlar. Her biri insan olmasına rağmen tür içi benzerlik sadece fizikseldir.
Bu nedenle egosunu bir kedi misali oğğğşayan insanoğlu içten içe bir savunma halindedir. Buna ve paşa gönlüme dayanarak ben de 'Bırrrrak dağınık kalsın!' varyasyonunun 'Minareden aşağı at beni, in aşağı tut beni.' tutumunu eşşşşekleşmiş -boyut olarak eşşşşek tabii ki :))- egolarına bağlıyorum. Mutluyum, huzurluyum.

'Beni kategorize etmeyin, ama ben sizi kategorize ederim!' şımarıklığını da yaşadım; şimdi İngilizce ödevimi yapmak üzere gidiyorum dear okur. Kendine iyi bak.

İğrençlik Sınırlarını Zorluyorum

Yanda gördüğünüz bu post'un temel ögesi olan bileklik. Aşağıdaki de diyalog. Ben de Geveze. Buradan Mardin'deki anneme, Aydın'daki ananeme, İzmir'deki teyzem ve dayıma selam yolluyorum. Yarışmacı arkadaşlara başarılar diliyorum.

Arkadaş: Bu ne? (bilekliği gösterir.)
Geveze: Kalp.
Arkadaş: Bu ne? (bilekliğin üzerindeki taşı gösterir.)
Geveze: Kalp gözü. Hafta içi her gün Kanal 7'de.

Önce bir bana baktılar, kafama kuş filan mı pisledi diyerekten. Sonra kahkaha attılar. Sonra da kustular. Acil müdahaleden sonra kendilerine geldiler. Beni de espri yapmaktan men ettiler. Ama yüzsüz olduğum için geldim burada yazıyorum.

Yeni anayasa paketine espri yapmaya ehil olduğuna dair belgesi olmayan insanların espri yapmaması için yasa eklesinler dersen seni anlarım dear okur. Hatta sağ üstteki küçük kırmızı çarpı işaretine tıklarsan da.

Müzik İşte

Yeni muziconlar ekledim okurum dear'ım. Ama baştan uyarıyorum, ciddi anlamda yeteneksiz bir DJ'im. Bundan mütevellit müziklerin arka arkaya dinlenmesi sonucu 'Bu ne Geveze böyle!' dersen haklısın. Okur her zaman haklıdır zaten.

They Might be Giants - Istanbul (Not Constantinople)

Ozzy Osbourne - Mama I'm Comin' Home

Deep Purple - Smoke on the Water


Bu arada artık bir Canon'um var. Oleee.

Bir Zamanlar 86lık Ama Gururlu Bir Genç Vardı

Nihayet II. Dönem II. Yazılı Sezonu'nu geride bıraktık. Rahhhaaaaaat bir nefes aldım, mutluyum.

Ama konu bu değil okurcum. Konu, bazı insanların üniversite okuyup, öğretmen olup, özel bir okulda hayvan maaşla çalışmasına rağmen ekşi ekşi, egoist egoist şeyler yapması. Hayır merak ediyorum, kim zorluyor bu insanları öğretmen olsunlar diye.

Öğretmen: (yazılı kağıtlarına bakıp yorum yapıyor, aklına gelince de notu söylüyor.) Geveze.. Hmmm.. 90. Yükseltmen gerek bunu.
Geveze: Niye ki? 100 üzerinden değerlendiriyorsunuz değil mi?
Ö: Evet.
G: 90 güzel not işte. Değil mi?
Ö: Benim yardımımla 90 oldu o not.
G: Eee. (şaşkınlık) Teşekkür ederim o zaman.
Ö: Güzel notmuş. Ben yuvarlamasam 90 olabilir miydi? 90lık öğrenci misin sen, hı? Bir de iyi diyor. Ekstra not verdim sana ben.
G: E iyi. Sağ olun, teşekkür ederim.
Ö: Teşekkür et tabii. Konuyu anlatmayabilirdim. Kazık sorular sorardım. Rüyanızda görürdünüz bu notları. Derste uyu uyu 90 al. 90lık öğrenci sanma kendini, değilsin çünkü.
G: Allaam ya. Bu kadar içinize oturduysa geri alın o zaman verdiğiniz notu. Siz de rahat edin ben de rahat edeyim.


Sonuç: Öğretmen kişisinin eklediği koskoca 4 puan geri alınır, cebine girer. Mutlu mesut yaşasın o koskocaman 4 puanla. İstemiyorum ben 90 filan. 86lık öğrenciyim ben.

Desperado (1995)






Rodriguez'i severim. Ama ilginç adamdır kendisi. Düşük bütçeyle, zorlu koşullarda serinin ilk filmi 'El Mariachi'yi çeker ve çok da nefis olur. Sonra sponsor neyin bulur ortaya Desperado çıkar.

Şöyle bir düşününce El Mariachi Desperado'yu döver. Ama Antonio Banderas, Salma Hayek ve muhteşem ötesi müzikler neyse ki kurtarıyor :))

Konusuna gelirsek; Antonio, El Mariachi rolünde ilk filmde öldürülen sevgilisinin intikamını almak için barlarda fellik fellik Bucho'yu arar. Gitar kutusunda sakladığı bin bir çeşit silahla bütün bar ahalisini süzgece çevirmektedir. Tabii Bucho'nun fedaileri de boş durmayıp Desperado'yu aramaktadır. Bu arada Desperado da Salma Hayek'in oynadığı Carolina ile tanışır.



Film IMDb'den 7.0 almış. Aslında güzel filmdi. Yani hayatınızın değişmesini umarak izlerseniz fiyasko tabii ama ben eğlendim. Çizgiroman okuyor gibi hissettim hatta.

Yalnız bu filme İspanyolca'yı yakıştırmıştım. Orijinal dili İngilizce olmalı tabii, ne de olsa işin içine Hollywood giriyor. Hıh. -ayıp sana Hollywood-

Boş zaman değerlendirmek, güzel ekşın sahneleri görmek ve güzel müzikler dinlemek için izlenilesi. Benden 8 alır. Antonio değil canııım, film :)) Ama kabul edelim, gitar elina çok yakışmış. Hele main theme çalarken barda adamın kafasına gitarın sapını geçiriyor ya. Ühhhüv.

İlk film El Mariachi, üçüncü film de Once Upon a Time in Mexico. Üçüncü film pek bir ticari göründü gözüme, ama Johnny Depp için izleyeceğim galiba.


Bu arada Desperado deyince benim aklıma gitar, silah, Meksika ve Eagles gelir. :)

Eagles - Desperado

Günün Ev Halkı Üzerindeki Yararları

Dear okur, nihayet ananem ekmek yapmayı öğrendi. Öylesine mesudum ki anlatamam.

İnanamayacaksın ama yaptığı ekmeğin kaabuğu dahi yumuşaktı. Isırınca dişlerim acımadı. Ve dahi aç da kalmadım. Tadı da iyiydi. Rüya gibi.

Bugün tarihe geçmeli bence:
'Geveze'nin Ananesinin Ekmek Yapmayı Öğrendiği Günün Bayramı'


Aramızda kalsın ama komşuya güne gittiği için ekmek fazlaca mayalanmış. Bu yüzden yenebilir yumuşaklıkta olsagerek. Ama biz bunu ananemin fırıncılıktaki ustalığına bağlıyor, günü düzenleyen teyzelere sevgilerimizi gönderiyoruz.

Mahalle günlerine sponsor bulalım, sevelim, sevdirelim, destekleyelim.

En Son Yürekler Ölür / Canan Tan



Canan Tan basit, sade yazar. Gerçekten basit ve sade.

Şimdiye kadar pek çok kitap yazmış, öyle dedi Google. Ben En Son Yürekler Ölür hariç Piraye'sini ve Eroinle Dans'ını okudum ve ne yalan söyleyeyim; üçünün de sonunu tahmin ettim.

Ve dahi En Son Yürekler Ölür'de kendi rekorumu kırdım. Kitabın arka kapağının üzerine bir 60-70 sayfa okuyunca yazdım senaryoyu :))



Yazarın tamamen popüler kültür ürünü olduğunu düşünüyorum. Hayır hayır, Twilight gibi değil. Sadece kitap okumak isteyen ama ne okuyacağını, neyle başlayacağını bilmeyen ya da okurken zorlanmak istemeyen kesime hitap ediyor. Ve hâlâ ayakta kaldığına göre bu kesim azımsanamayacak yer tutuyor.



Kitabın konusuna dönersek eğer;
Deniz ve Nehir'in -evet, kötü bir kelime oyunu- araba kazasıyla başlıyor ve uzun bir flashback'ten organ bağışına uzanıyor. -arka kapağa göre, organ nakli.-
Nehir bir reklamcı, Deniz ise zengin Sezen ailesinin biricik oğlu, holding yöneticisi. Bir reklam işinde tanışıyorlar ve olaylar gelişiyor.
Karakterlere dair gayet düz bir profil var gözümde. İnsan doğasının karmaşıklığıyla uzaktan yakından alakası olmadığını düşünüyorum. Hele Nehir, melek midir nedir!

--spoiler--
Nehir bitanecik Deniz'inin organlarını bağışlamaya nasıl o kadar kolay karar veriyor, şaştım kaldım.
--spoiler--

Organ bağışı konusunda ciddi anlamda sıkınıtılarımız var, kabul etmek gerekir.
Büyük bir ikilem konusu. Ben kendi organlarımı bağışlamak isterim, ama sevdiklerim söz konusu olunca -ki umarım olmaz- gayet dar görüşlü olabildiğimi görüyorum.

Kitapta Canan Tan bu konuya neden değindiğini de anlatıyor. Genelde filmlerde ve kitaplarda olayın fantastik boyutunun işlendiği, gerçeklere ışık tutulması gerektiğini söylüyor.

--spoiler--
Nehir'in kocasının kalbini taşıyan adamla evlenmesi fantastik değil.
--spoiler--

Bu yüzden de oturup bu kitabı yazdığını anlıyoruz. Sağ duyusunu gerçekten takdir ediyorum ama bu kitaba edebi yönden bakamıyorum.



Okudum, ellerine sağlık. Gayet rahat, iki denemenin üsüne hiç zorlanmadan yaklaşık bir buçuk saatte bitirdim. Sonunda sürprizle karşılaşıp yorulmadım, bitirip rahatladım. Puanlarsak da 5/10 diyebilirim. Yazarın sağduyusundan da 5,5 yapabilirim.

Falan Filan

Dear okur, buradan rica ediyorum lütfen şu bağımlılık olayına bir çözüm bulsunlar. Lütfen.

Yine grip oldum ben, ona rağmen yattığım yerden dizi izliyorum. Ve dahi internetsiz bir evde bundan gayri tuvalete bile gidemeyeceğimi düşünüyorum.

Aslında bu noktaya gelmemde Perez Hilton'ın katkıları büyük. Dakika başı güncelleniyor be okurcan, Akademi Ödülleri'nin yaklaştığı şu günlerde her celebrity'nin hayatına burnumu sokmak istiyorum. Ne hakla diyorsun değil mi, ben de diyorum.

Ayrıca Nip\Tuck'tan sonra karar verdim, annemi kandırıp bir estetik cerrahın muaynehanesinde işe başlatıyorum. Ne ekşın öyle ya.

O değil de var yaaa, annem artık uzman oldu :)) Hatta mecburi hizmet kurasında Mardin bile çıktı. Öhm, sonra anlatırım ben.


Ayrıca animeler candır. Death Note izlemeye başladım bir arkadaş sayesinde; epey bir özenti konumundayım sanıyorum ama müthiş.

Bu arada yazacak çok şey var, yeni filmler filan. Kendine iyi bak okurum, birazdan döneceğim ben :Pp

Mim

Lianna'cım beni mimlediydi uzun zaman önce :) Yazmaya fırsatım olmadıydı, sonra da unuttum :)

Öhm, gelelim 7 ilginçliğime.

İlginçlik sayılır mı bilmem ama tatlıyla tuzlu yiyecekelri karıştırarak yemeyi çok severim. -örn. pizza ve vişne reçeli. turşu ve yoğurt. mayonez ve çilek. neyse dahaa fazla mide bulanırmadan bu örnekleri bitirelim.-

Bu aralar boş bulduğum her yere baykuş çiziyorum.

Bir şarkıya taktım mı arka arkaya saatlerce dinliyorum.

Unutkanım, veya dalgınım. Evden bir şey almak için çıkıyorum; apartman kapısını kapatırken n alacağımı unutuyorum.

Bağımlıyım. İnternet, çikolata ve Okan Bayülgen. Evet.

Okuyacak kitap bulamayınca annemin anestezi kitaplarını okuyorum.

Uykuya baylırım. Her an her dakika uyuyabilirim ve buna rağmen 'Çok uykum vaaağr.' diye gezinebilirim.



Bu mimi daha önce yaptığım için kimseye paslamıyorum, isteyen hiç çekinmeden alabilir ;))

Bu arada YANDAKİ ANKETİ Bİ OYLAYIVER OKURUM CANIM.

İstiyorum ki..

Bak okurcan, çok basit şeyler istiyorum ben aslında..


İnsanlar, sadece insan olsunlar. Nefes alıp versinler, itirazım yok. Ve dahi düşünsünler, evet; mümkünse düşünsünler.

Sistem, gün gelecek hiçbirimizin sana ihtiyacı olmayacak. Köşede veremli bir hasta gibi can çekişeceksin; yanına yaklaşmayacağız. O gün senden uzakta, çok uzakta olacağız. İşte bu yüzden, takmıyorum seni. Biliyorum ki bir gün mutlaka içinden çıkacağım, ama o güne dek lütfen benimle bu şekilde oynama.

Gölgeleri gölge yapan, iyi ki varsın.

Gözleri kapalı zar atan oyuncu, kendine gel; bak dünyaya, insanlar ölüyor. Senin yüzünden.

Ve para. Money, money, money; Must be funny. Hiç de eğlenceli değilsin; kanlı, pis bir kâğıttan öte hiçbir değerin yok. Hatırla. Benim için değil, kendin için.



Saf mıyım bilmiyorum. Ama artık dünyadan hiçbir şey beklemiyorum. Buradakiler o denli yamuk ki, düzeltebileceğime, düzelebileceklerine dair umudum yok. İnsan yaratanın yansımasıymış, belki bir gün bu unvanını hatırlar. Ama ben o günü görür müyüm, hiçbir fikrim yok.
15 yaşındayım artık, ama yoruldum. Sanırım ıstakamı deviriyorum. Kıyıdan izleyeceğim oyunu, taş çalanları görebilmek için.


Bu arda doğumgünüm için mail atan herkese tekrar teşekkür ederim ;)

Sopalanan St. Valentine ise, Bize Ne Oluyor ki?

Ben bir sorumsuz, tembel ve utanmazım; haklısınız okurlarım. Ama var yaaa, insan tembel olmayagörsün, bütün tatil ödevlerini bir haftada yetiştirmek için kendini paralar durur. Sonra da 'Eyvah deneme. Eyvah dershane. Eyvah anne. Eyvah eyvah.' diye diye dolanır durur.

O değil de yine bir 14 Şubat daha geride kaldı. Yaşa kapitalizm der, neredeyse benim kadar sap dostlarıma selam ederim :P

Efeenim, 14 Şubat günü dershanem vardı benim. Öğle sularında evden çıktım ki eyvahlar üstüne eyvahlar. Sanki canavarın biri geçen seneki tüüüm 14 Şubat süslerini yemiş, üstüne de tatlı olarak yılbaşı süslerini mideye indirmiş ve hazımsızlık sonucu her bir yana kusmuş. Pembe, pembe, pembe, pembe, kalp, pembe, kalp, pembe, çift, pembe, kalp, çift, çift, çift, kalp, kalp, kalp, hediye paketi, kırmızı, pembe, kırmızı, sap, pembe, çift, sap, sap, kırmızı, kalp, kalp, kalp, sap, kırmızı, çift, sap.

Ahtapot gibi birbirine sarılmış sevgililer sokakta 'Minnoşuuuuuğğğm!' diye diye yürüyorlar. Önümde emomsu tikimsi -tamlamaya bak breh :))- bir hatun kişisi telefonda kankisiyle konuşuyor:
-Var yaa, Sevgililer Günü'nde terk etti beni dangoooooz. Pislik şeeeay. Ühühühüh. Hem de 14 Şuğbuuuuuuaaaat! Ben onu yanlığş tanımışığm, öyle dedi. Sorun da ondaymış, HAH. Bağlanma sorunu kızım, ühühühü. Türlerin Gelişimi'nde yazıyormş, bu erkekler doğaları gereeeği bağlanamıyomuş. Ühüh. O değil dee, hediyem elimde kaldı yaaa. Napcam ki ben onuuğ. Hıçk. Yaa evet, kontör paralarım gitti. O değil de Hüsamettin'e versem kesin yanlış anlar di mi pis sapııııığk. Hıçk.


Gerisini duymaya katlanamayacağımı fark ettim ve adımlarımı hızlandırmak suretiyle ortamı terk ettim dear okur. Ve bendeki şansa bak ki, 14 Şubat'ta sevgilisinden ayrılan bir kızı pat diye yolda yakaladım. Hayır nasıl bir şanssa bu, denemelerde salladığım sorularda da gelsin beni bulsun lütfen.


Aslında bu bahsi geçen kızcağızla oturup uzun uzadıya konuşmak, Freudyen kişilik analizleri yapmak isterdim ki vaktim yoktu. Kader.
Ama benim asıl öğrenmek istediğim şey şu:
Zopayı yiyen St. Valentine, asi olan St. Valentine, gençleri evlendiren St. Valentine. İyi hoş da bize ne oluyor?

St. Valentine kim ola?

Kayıt Neyin İşte

Doğduğumdan beri kaloriferli evde yaşıyoruz biz. Arada bir ananemin İzmir'deki evine geliyoruz ama nadiren o ziyaretler kışı buluyor.

O nadir anlarda ise ev halkının beynini şikayet etmek suretiyle mıncırıyorum. Çünkü ev sobalı!

Kapıdan dışarı çıkmaya korkuyorum. Çıktığımdaysa kapıyı kapatmayı unutuyorum :)) İçeri kar ve buzdan yapılmış bir tornaaaado giriyor ki ne sen sor ne de ben söyleyeyim dear okur.

İşte bu yüzden bir haftadır kayıplara karıştığım için özür dilerim. Liannacığım, mimi unutmadım; yazmak için ilhamilerimi bekliyorum ;)

Ve sobalı evlerde yaşayan, ısınmak için kömür kovaları taşıyan güzel yurdumun sabırlı vatandaşlarına hayranlığımı defalarca kere belirtiyorum. Bir düşünsenize köyleri, içinde yüzdüğümüz lüksten çok uzak yerleri..
Minicik vücutları soğuktan titreyen çocuklar belki de o kadar uzak değildir bize, bilmiyorum. Ama bilmek; gitmek, görmek, elimden gelen yardımı yapmak istiyorum.


Bu Yazıdan Çıkarılacak Dersler
**Dünyanın bir yerlerinde senden çok çok çok kötü durumda insanlar olduğunu hatırlamak önemli bir şey.
**Sobalı evlerde kapılar her daim kapatılır.
**Yardımlaşmak güzeldir.
**Fazla soğuk Geveze'ye yaramıyor.
**Bu gidişle Geveze'nin İzlanda hayalleri yatar.

Mastar Eki Patlaması

Ben var fiilimsilerden çok etkilenmek.
İsim fiili kullanmalara doyamamak.



Kimya çalışmaya çalışmak.

Çünkü fen yazılısı günü hasta olmak, öğle arasında eve gelmek, öğretmeni kandırıp yarın için yazılı tarihi almak.

Spor ayakkabıların halini hatırlamak, sanki titiz biriymiş gibi rahatsız olmak, gidip onları fışır fışır temizlemek.

Beyazlamadıklarını görüp 'Aman gülüm Domestooos..' diye banyo dolabına koşmak.

Gözlüğe bile domestos sıçratmak, gülerken dengeyi kaybetmek.

Coşaraktan ayakkabıların bağcıklarını sökmek, onları da çitilemek.

Canhıraş durulamak, üzerinde bebek resmi olan Yumoş'tan azıcık aşırmak.

Kurumaları için balkona götürmek.

Kırk yılın başı yapılan French manikürlerin halini görüp üzülmek, üzüle üzüle silmek.

Kimya testlerinin başına oturmak, oturulan anda kalkmak ve susamak.

Mutfağa giderken halı üzerindeki Domestos'a maruz kalmış noktaları görmek.

Yusuf yusuf olmak.

Korkmak, hem de çok korkmak.

Gidip çikolata yemek. -kendinden iğrenmek, korktuğunda çikolata yemeyi engelleyememek-

Yağlı boyalarla halının rengini tutturmak için uğraşmak, anneye çaktırmadan halıyı boyamak ve altına peçete koymak. Maksat yere geçmesini engellemek.

Sonra tekrar kimya ödevine dönmek.

Eşofmanın üzerindeki beyaz noktaları fark etmek, 'I love Domestooos.' diye mırıldanmak ve yeniden yağlı boyaları çıkartmak.

Eşofmanı kurtarmak, gidip Durgun Don okumak.

Kimya çalışması yalan olmak.

Ama yine de mutlu olmak, çünkü ayakkabıları temizlemek gibi acil bir işi bitirmek ve eşofmanla halının renk tonunu öğrenmek.

Domestos'u yakından tanıma fırsatı bulmak, French manükürü de zaten silecek olmak. Sonra da tüm bu olanları hiçkimseye anlatmama kararı almak ve ortamı terk etmek.

Bütün okuyucuları tembihlemek, hiçkimse bunları Geveze'nin annesine anlatmayı düşünmemek bile.

Yoksa Geveze'nin annesi kızmak, kızmak, çok kızmak. Geveze'yi kuleye kapatmak, saçlarını sıfır numara yapmak. Geveze çikolatasızlıktan depresyona girmek. Fen yazılısına girememek, karneden korkmak, kabuslar görmek.



Ayrıca halıdaki Domestos lekesi tamamen kaybolmak.

Lösev ve Kemik İliği Bilmecesi

Merhabalar dear okur.
Seninle aklıma takılan bir mevzuuyu paylaşmak istiyorum, beni aydınlatabileceğini umuyorum.


Malum, artık dizilerde lösemi, kanser vb. konuları işlemek moda haline geldi. Az önce zap yaparken Makber'de gördüm, kemik iliği bulmak için seferberlik ilan edildi.

Öncelikle;
Lösemide kemik iliğine ihtiyaç duyulma oranı %5 olmasına rağmen bu konuyu işleyen her dizide bir kemik iliği arama furyasıdır gidiyor. Neden? Kemik iliğine olduğu kadar bilinçlenmeye, lösemiye ayrılmış hastahanelere, lösemili çocuklar için eğitim merkezleri ve vakıflara da ihtiyacımız yok mu? -bu ironiyi de verdikten sonra asıl soruma geçebilirim.-


Ülkemizde iki tane kemik iliği bankası bulunuyormuş. Bunlardan biri İbn-i Sina'da, diğeri Çapa Tıp'taymış. Buradan öğrendim.
Elimden geldiğince araştırma yaptım ama yeterli kaynak sayısı gerçekten az. Verdiğim link de Lösev'e ait olduğu için biraz yanlı bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum.

Kemik iliği nakli kullanılmaya çok müsait bir durum olduğu için Sağlık Bakanlığı'nın yönetmelikleri bir yere kadar doğru. Tamamen doğru mu tartışılır. -şu anda o yönetmeliği arıyorum, kendimle tartışacağım :)- Ayrıca iliğin hastanın vücudu tarafından reddedilme ihtimali, donör ve hastanın enfekte olma ihtimali kesinlikle çok yüksek. Hassas bir konu.


***

Takıldığım noktalardan ilki şu;
*Lösev'e giden insanlar Lösev'in kendi hastahanesi olan Lösante'de kemik iliği bankası olmadığını ve nakil yapamadığını öğrenince eğer gerçekten bağış yapmak istiyorsa Çapa'ya ya da İbn-i Sina'ya gitmez mi? Ben şahsen giderim.

Öyleyse Lösev niye kasabın önündeki kedi gibi boynunu büküyor? İnsanları niçin bu işlemi yapabilen tıp fakültelerine yönlendirmiyor? Niçin işbirliği yapmıyorlar? Tanıtımları için o kadar broşür basılıyor, hiçbirinde Çapa Tıp veya İbn-i Sina'ya ilik bağışı yapılabileceği yazmıyor mu?


İkinci sorum da şudur ki;
*Lösev Çapa'nın ve İbn-i Sina'nın yetersiz olduğunu inceden inceden söylüyor sitesinde.. Eğer amacı lösemili çocuklara yardım etmekse oturup bir anlaşma yapsalar, fon neyin açsalar; fakülteleri yeterli hale getirseler olmaz mı? Sonuçta Lösev'in adı bile yeter. Her şeyden önce güvenilir bir kurum olduğunu düşünüyorum.
Eğer amaçları lösemili çocuklara yardım etmekse basit bir yönetmelik nedeniyle vaz mı geçecekler yani? Birşeyler yapmıyorlar mı?



Lösev'de gönüllü olarak çalışanınız, bilgisi olanınız varsa beni aydınlatabilir mi? Lösev zaten bu çalışmaları yapıyor mu? Yapmıyorsa niye yapmıyor? Yapıyorsa nasıl destekleyebiliriz?




Bu arada Lösev'e bağışta bulunmak isterseniz;
Avea, Turkcell veya Vodafone'dan 3406'ya SMS atabiliyormuşsunuz. Mesaj bedeli 10 YTL + 2 SMS'miş. Hani aklınızda olsun diye..