Matematikçimiz Çıldırdı

Evet, çıldırdı! Aslında o kadar azman bir sınıf sayılmayız. Sadece bazı arkadaşların sırasında oturunca canlarını yakacak görünmez nesneler var, bazılarının da çenesinin kapanmasını engelleyen fazladan kemikler. Buna rağmen o kadar da azman değiliz, inanın!

Aslında olay şöyle patlak verdi: Kendisine tahtaya yazı yazmak zor geldiği için konu bitince ha bire kitaptan yazı yazdıran, etkinlik yaptıran matematikçimiz herzamanki taktiğini sahaya çıkarmıştı ki, sayıya çeviremedi, top potayı yaladı ama olmadı. Sebebi tabii ki ahali-i sınıf! İtirazlarımızı uzay boşluğuna salıverdik ve ne olduysa o zaman oldu, kabak da en önde oturan bir arkadaşta patladı. Ardından matematikçimiz ağlamaklı oldu. Bağırdı, bağırdı ve bağırdı. Çıkıp gidecek sandık. Hatta öyle olması için dua edenler bile oldu! Sınıfta bağıracağına çıkıp gitmesi bizim açımızdan daha hayırlı.

Onun sorumluluğundaki öğrenci grubuna dahil olan ben bile onu bu kadar sinirlendirememiştim. Anlayamadığım(ız) bir şey var: Niye bu kadar kızdı ki? Ya da başka birine kızıp bizde mi patladı?

Umarım bir daha bu kadar sinirlen(diril)mez. Ciddi anlamda tehlikeli oluyor da...

Garip Bir Hafta

Bu hafta benim için haddinden fazla hızlı geçti. Size de öyle oldu mu?

Çok şaşırtıcı! Daha önce ancak yaz tatili haftaları bu kadar hızlı geçerdi, onun da sebebi belliydi: tatil uzun olduğundan haftanın günlerini takip etmez, atıl bir durumda, yosun gibi yaşardım. Ama bu hafta çok gaipti. Sanki cadının biri sihirli sözleri yanlış söylemiş, siğillerini yok edeceğine haftayı hızlandırmış.

Umarım bir daha bu kadar hızlı geçmez. Kendimi on yıl yaşlanmmış gibi hissediyorum ya! Normal hızı iyi, hoş. Matematik dersleri hızlı geçebilir, hatta her matematikten 20şer dakikayı beden eğitmi, resim ve kulüp saatlerine bölüştürebilirler! Duydun değil mi Mr. Hüseyin Çelik!

Bembeyaz

Bu aralar bende bir kar merakıdır gidiyor, hayırlısı...



Kar yağsa, böyle neşeli kardanadamlar yapsak...





Her yer bembeyaz olsa...





Kaysak...







Snowboard yapsak...





Kartopu oynasak...


Ne güzel olurdu değil mi?

Bir Kulüp Macerası

Hani eskiden okullarda 'eğitsel kollar' olurdu, gezi tanıtım, kütüphanecilik, edebiyat filan. Son zamanlarda bu kol çalışmaları biraz değişti. Devlet okullarında iki haftada bir saat toplantılar oluyor, öyle banal konuşmalar filan yapılıyor. Özel okullarda ise biraz daha sevimli. Her hafta ikişer saat toplanıyoruz, çeşitli aktiviteler yapıyoruz.

Tabii, Hüseyin Amca'nın elinin ayarı yok ya, 'kol çalışması'nı modernize ederek 'kulüp' yaptı. Kabul, bu sefer iyi oldu :)) Ve bir de hiç bir işe yaramayan kulüpler kaldırıldı. (Yani devlet okullarındaki durumu bilemeyeceğim ama bizde öyle, umarım onlarda da öyle olmuştur.) Fotoğrafçılık, Voleybol, Basketbol, Masa Tenisi, Futbol, Badminton, Damak Tadı, Genç Kalemler, Fen Proje, Matematik Proje, Sosyal Bilgiler, Takı Tasarım, Gitar (bir iki tane kalmış olabilir, hatırlayamadım şimdi) gibi kulüpler açıldı. Hepsi birbirinden güzel olduğu için biraz zorlansak da biz Buse'yle Fotoğrafçılık'ı seçtik.

Geçen perşembe günü son iki saat kulüp sınıfımıza gittik. Murat Hoca (kulüp öğretmenimiz) biraz hasta olduğundan dışarı çıkıp fotoğraf çekmedik. Biraz teorik bilgi edinip sınıfta uygulamaya geçtik. (Portre çekimi. Mankenimiz de sağ olsun Murat Hoca oldu :)) Öyle çok fazla kişi de yok zaten. Birinci kademe -1., 2., 3., 4., 5. sınıflar- ve ikinci kademe -6., 7., 8. sınıflar- ayrı ayrı vakitlerde kulüp işlediğinden sakiniz. 7lerden üç kişiyiz. Aynı sınıftan. Bu arada, Murat Hoca bizim sınıfın rehber öğretmeni. Altılardan da iki kişi var. Üç de diyebiliriz. Ve hiç sekiz yok)

Benim fotoğraf makinemin şarjı bittiği için Buse'nin fotoğraf makinesiyle portre adı altında ama portreyle alakası olmayan, tam şantajlık fotoğraflar çektim. Epeyce modern sanat kokuyorlardı ve siyah beyazlardı . (Siyah beyaz fotoğraflara hastayımdır) Mesela birinde Murat Hoca aynı Godfather olmuştu. Birinde Obama'ya benziyordu. Birinde acayip garip, tanımsız çıkmış. Daha bir sürü vardı ama daha biz bakamadan hafıza kartını kaptırdık.

Kime mi? Konu mankenimize. Gerçi haklı da olabilir. Sonuçta o fotoğraflar ve ben, çok tehlikeli bir ikili oluyoruz. Almak için çok çırpındık. Hatta hocaya yoga yaptırıp cebinden almaya bile çalıştık. (Başka bir öğretmen olsaydı işimiz bitmişti ama Murat Hoca öğrenci psikolojisinden anlayan kafa dengi biri :)) Neticede zil çaldı ve başarılı olamadık. Ama durumu kurtarmak adına konu mankenimizin kitaplarını ve fotoğraf makinesini esir aldık. Sonuç mu: Biraz ıslandık, hafıza kartını alamadık, ertesi gün ele geçirdiğimizde ise fotoğraflar yoktu.

Sanat adına çok büyük bir kayıp... Hem ben o fotoğrafları sizinle paylaşacaktım :))

Ay İnanmıyorum!

tr.msn.com da günün haberlerine göz atarken (ki genelde düzgün haber olmaz, ilginç fotoğraf galerileri çıkar arada bir:(( ) buna rast geldim. Nasıl şaşırdım anlatamam.(ayy, Brad hamallık yapmış, iyi ki İbrahim Tatlıses'e benzememiş. Tip filan kalmazdı koskoca Brad Pitt'te! :S Bu yorum sonucu İbrahim Tatlıses de beni Yıldız Tilbe'yi kovduğu gibi blogumdan kovarmış :)) Gerçi biraz zor ama :)) )

Yine atlaya zıplaya yazıyorum, hemen sadede geldim, o yazıyı okuduktan sonra aklıma bir Samsung anısı geldi. Anlatayım:

Telefon bakarken buradaki Forum AVM'ye uğradık. Samsung son zamanlarda epey estetik modeller yapıyor diye bir bakalım dedik. Nihayetinde ben uzun araştırmalarım sonucu beğendiğim telefonu gördüm. Bizimle ilgilenen adama internette bulamadığım bazı şeyleri ve bulup da unuttuklarımı (çoğu zaman cidden unutkan olurum) sordum. (Bluetooth kulaklık, orijinal kulaklığını bozarsam -ki her türlü kulaklık bana fazla dayanmamıştır- nerede bulurum, ekran çözünürlüğü ne kadar, polaroid çekim özelliği var mı, flashlı çekim yapıyor mu, hafızası ne kadara kadar genişletilebiliyor, her türlü fotoğraf dosyasını (jpeg, bit eşlem falan filan) gösterebiliyor mu, özel dosyalarıma şifre koyabilir miyim vs.) Hepsine tek tek cevap verdi. Sonra beni hava atmaya çalışan bir özenti sanmış olacak ki, sordu (hiç de öyle değilim ama bıraktığım izlenim öyle olmuş demek ki. tabi bu kadar soruyu arka arkaya sormayacaktım):
-Sorduklarının ne olduğunu biliyor musun?
-Anlamını bilmediğim terimleri kullanmayı sevmem. Bilmeseydim de sormazdım büyük ihtimalle. dedikten sonra sırıttım, fark ettim fazla çıkışmışım adama :) O da hiç bozuntuya vermedi,
-O zaman sen en iyisi gel bizimle tatillerde filan part-time çalış. Bu aralar donanımlı eleman bulmak zor... dedi. Ben de cevaben 'Prensipte anlaşırsak neden olmasın!' deyince annem (niyeyse) gülmeye başladı.

Yani ben şu iş teklifini değerlendirsem mi acep? Belki bir yönetmen, yapımcı, oyuncu filan (Aydın'da ne yapacaklarsa artık) beni görür, star ışığımı(!) fark eder! Niye olmasın ki? Yıllar sonra böyle galerilerde sırıtırım, gençliğimde(!) Samsung'da staj yaptım filan diye :)))

Şaşırtıcı...

Ben çok meraklı bir insanımdır. Ciddi anlamda, hatta günlük hayatta kendi kendimi gıcık edecek derecede meraklı. Öyle ki, giydiğim kıyafetin nerede üretildiğine, herhengi bir yerdeki herhangi bir şeyin modeline, çok beğendiğim bir rengin tonunun ne olduğuna, polisiye romanın sonuna, kullandığım yazı tipinin ismine, herhangi bir kelimenin nereden çıktığına, favori aktörüm/aktrisim (Alan Rickman, Haldun Dormen, Gary Oldman, Daniel Radcliffe, Scarlett Johansson, Salma Hayek, Blake Lively, Leonardo DiCaprio... Üff baya varmış, burada kesmek zorundayım, ama bi dakika, Johnny Deep nasıl unutulur! affet beni Johnny, istemeden oldu!) acep nereli, kaç yaşında, nerede oturuyor diye takılıp site site gezmişliğim vardır.

Bu gün de yine öyle oldu. Merak ettim, acaba Alan Rickman kaç yaşında diye. (Dün Sweeney Todd 'u izledim, galiba bu merakım oradan kaynaklanıyor :)) ) Çok genç göstermesine karşın 63 yaşındaymış. Anneannemden üç yaş küçük! Epeyce şaşırdım, waooow oldum :D
Yandaki fotoğrafı çok da eski değil. (Pek bi karizma bakmış :p) 63 gösteriyor mu? Yoksa benim algımda mı bir sorun var?
Bakıyorum, bakıyorum, en fazla 55lik görüyorum :)) Mesela Harry Potter'da Severus Snape ile dünya çapında ün yaptı, bütün filmleri en az beş defa izlemiş biri olarak yine söylüyorum: O kadar yaşlı görünmüyor :)) Ya da bana öyle gelmiyor.
Evet, sizce 63 yaşında gösteriyor mu?

Mim mi? O da Nesi?

Mim diye bir şey varmış. Dishy Fashion yazmış blogunda ama ben hiç birşey anlamadım :)) Bileniniz var mı? Varsa bana anlatabilir mi???

Suçlu

Suçluyum! Son birkaç gündür deli divane gibi yaşıyorum. Ne klavyeme elimi sürdüm, ne paletime dokundum ne de bir şut attım. Bununla da yetinmedim, blog alemini unutmak gibi bir densizlik yaptım, affınıza sığınıyorum!

Ama haklı sebeplerim vardı. Hastaydım, gıcıktım, ödevlerim vardı ve durup dururken bir duygu surf'ü yaptım. Burnum isyanda, ödevlerim boyumdan aşkın ruh halimi de ne siz sorn ne ben söyleyeyim :S

Kısacası, suçluyum ama af diliyorum okurlarımdan!

Türkiye'den Kaçıp Gidesim Var!

Evet, kaçıp gidesim var! Nereye mi? Güzel soru. Niye mi? Basit.
Çünkü, bu ülke absürt durumlarıyla her ne kadar matrak olsa da bazen insanı çıldırtıyor. Malumunuz, yerel seçimler yaklaşıyor ve burada da seçim kampanyaları son sürat!
Az önceki yazımı yazmış, yayınlamışım, üstüne matematik ödevimi yapacağım. (Matematikle de aramız pek hoştur(!) söylemesi ayıp) Tam güç bela konsantre olmuşum, yakında gitmeyi planladığım filmleri, tiyatroları, almak istediğim albümleri, okuyacağım kitapları vs. kafamdan atmışım, bir ses duydum. İlk başta hayal ediyorum sandım ama gerçekmiş:
'Dırırım dım dım! Aydın Belediye Başkan adayı ..X..! Her şey Aydın için, daha iyi bir gelecek için! Dırırım dım dım!'
Ajdar'ın Çikita Muz'u bile daha ritmik, daha senfoniktir bu saçma seçim şarkısından. Bir de kırocanlar sokağın başında bu sanat eseri(!)yle dakikalarca beklediler, bizim apartmanımız da sokağın hemen başında olduğundan stereo müzik keyfi yaşadık.
Böyle bir atmosferde insan en sevdiği dersin ödevini bile yapamaz, ben en uyuz olduğum dersle uğraşıyorum! Şaka gibi!
Ama işkence burada da bitmiyor. Şu seçim otobüsü gittikten ve ben tekrar konsantre olduktan sonra telefon çaldı. Annem balkonda anneannem de mutfakta olduğundan mecburen ben baktım.
Aman Tanrım! Yine o kıro müzik! Bir an için arkadaşlarımdan biri seçim otobüsünün çok yakınından beni arıyor, sanat kazasından dolayı felç filan oldu da yardım istiyor diye düşünmüştüm ki Belediye Başkan Adayımız'ın güzide(!) sesi ile burun buruna geldik. Kendimi toparlayıp çemkirmeye başlayamadan otobiyografisini ve vaadlerini sıraladı. Ben de 'Bu kadar tanıtımdan sonra bizim evden size oy çıkmaz, başka ailelere komplo düzenleyin!' diyerek çat diye telefonu kapattım. Biliyorum, adam beni duymadı, ses banttan geliyordu, ama olsun! Önemli olan benim rahatlamamdı.
İşkencenin burada bittiğini sanıyorsan okurcuğum, yanılıyorsun! Ben bu agresiflikle ne çalışırsam çalışayım anlamayacağım için bari gazete okuyayım dedim. Hay dememiş olsaydım! Gazetenin üstünde elinin ayarı olmayan veya gözü 200-250 derece hipermetrop olan bir arkadaşın eseri, bir başka Belediye Başkanı Adayı'nı tanıtan broşürlerden onlarcası saçılmış vaziyetteydi.
Ve ben yetenekli insan onlardan birinin üstüne basıp düştüm! Gayet trajikomik bir olay, farkındayım. Yine farkındayım ki, böyle sinir bozucu raslantılar ya benim hayatımda ya da romanlarda olur!
Buradan Belediye Başkanı adaylarına sesleniyorum: İstediğiniz kadar takla atın, bizim evden bu kadar reklamcı adaylara oy çıkarttırmayacağım!
Şimdi, ilk soruya cevap vereyim: Ya seçim kampanyalarının sanal alem veya televizyon, gazete üzerinden yapıldığı adam gibi bir ülkeye gideceğim, ya da okyanusun ortasında, ılıman iklimli, yerel seçime ihtiyaç duymayan, tek başına hükumetiyle mutlu bir ada ülkesine gideceğim!
O da olmadı, odama ses yalıtımı yaptıracağım ve seçimler yapılıp, oylar sayılıp kutlama bitene kadar Rapunzel gibi hapis hayatı yaşayacağım! Yoksa blogumun adını 'Psikopatın Dünyası', 'Şizofrenin Günlüğü', 'Akıl Eksiklikleri' gibi radikal isimlerle değiştirmek zorunda kalacağım!

Saçlarım ve Ben

Bu gün pek bi aksiyim yine. (1.30'da dershaneye gideceğim :P )
Bu sefer kabak nice nice nice zamandır kendilerine ciddi anlamda kızgın olduğum saçlarıma patladı. Niye mi kıgınım? Çünkü bir sürü bukleye sahipler! Hepsi de inadına kıvır kıvırlar! Her gören 'Ayyy ne güzel!' diyor ama bir de bana sorun! Hiçbir modeli göstermiyor, her sabah hava yastığı gibi oluyorlar. Kendileriyle boğuşurken kaç defa servise geç kaldım! Kuruyken de taranmıyorlar, taranmayınca da toplanmıyorlar. Yanlardan bir iki toka takıp açık bırakınca gayet hoş ama okulda da öyle rahat edemiyorum. Bir ara kalıcı fön çektirmeye karar vermiştim ki annem izin vermedi. Gerçi o da haklı.
Tam kısacık kestirip kurtulmaya karar verdimdi, kuaförüm ne kadar kısalırsa o kadar kıvırcık olacağını söyledi. Sonuç: Uzun ve kıvırcık işkence aletlerim var!
Bari rengi orijinal olsa! Hayır, klasik Türk saç rengine örnek: Kumral! Kızıl olsa ne güzel olurdu :)) Photoshop'ta denedim, çok yakışıyor :)) Ama henüz saçımı boyatmayacağım, boyanan saç ciddi anlamda yıpranıyor. Hem o kadar kimyasalla kanki olmak için yaşca da küçüğüm!
Ne yapalım, gıcık gıcık yaşayıp gidiyoruz solucanlarımla! En azından ne kadar saçma bir biçimde toplasam da farklı bir tarzın etkisindeymişler gibi görünüyorlar ki, süs püs konusunda benim kadar üşengeç biri için bu da önemli bir gelişmedir!

Uslu Çocuk

Bu sabah yine dershane vardı. Ben kendisini pek bi severim malumunuz.

Ama çok ilginç bir şey oldu: Hiçbir öğretmen beni susmam için uyarmadı.

Nickimden de belli olduğu gibi, acayip geveze bir insanım. Ve niyeyse bu gevezeliğim derslerde daha bir artıyor. Ama yanlış anlamayın, okulda kuzu gibiyim de dershanede bu pek mümkün olmuyor.

Şöyle ki, güzide ülkemizin güzide MEB'i OKS'ye alternetif bir SBS sistemi geliştirdi. İlköğretim 6. 7. ve 8. sınıfta birer sınava girip onların ortalamasına göre bir liseye yerleşiyoruz. Mükemmel! Üç yıl üç stres! Öğrenci milleti olarak nasıl memnunuz anlatamam. Bir de geçen seneki soruları görmeliydiniz, aşırı kolaydı. O sorularla bizi nasıl ayırmayı, yerleştirmeyi planlıyorlar, bilmiyorum.

Yine daldan dala gidiyorum, toparlamalıyım: Bu sebepten dolayı bütün okullar ve dersaneler öğrenci çekebilme adına müthiş bir yarış içindeler. Bunun nesi mi var? Şöyle ki, hepimize yürüyen billboard muamelesi yapıyorlar.

'Öğrencisin, işin ne gücün ne? Ot gibi ol, hiçbir sosyal faaliyete katılma iznin yok. Okul gitmek ve dershaneye gitmek sosyalleşmen için yeter de artar bile!'

Bütün bunların yanına bir de dikkafalılığım eklenince dershane hem benim hem de öğretmenler için işkence haline geliyor. Ben canım sıkılınca konuşuyorum, konuşunca dersten kopuyorum, dersten kopunca canım sıkılıyor... Derken öğretmenlerin sinir katsayısı artıyor. Haklı olarak :))

Fekat bugün öyle olmadı. Çünkü insan kılığında bir musluk gibi geziyorum. Sağ kolum da vahim bir durumda.

İnsan kılığında bir musluk gibiyim, çünkü grip oldum (sayılır). Sağ kolum da spor kazası. Dün akşamın bir vakti arkadaşlarımla basketbol oynamaya çıktık. (Rahat batıyor bana!) En uygunsuz günde. Bütün sabah yağmur yağdı burada. Saha da içler acısı! Ama biz durur muyuz, suya inat oynadık. Tabii çamur içinde kaldık. Sonra bir arkadaş bana şut atarken blok koydu, o da düştü, ben de. Gerçi top da panyaya çarpıp sayıya dönüştü :)

Böylece sağ kolum uf oldu. Galiba şifayı da sahada kaptım. Neyse ki süperanneanne durumu kurtardı, kimyasal x gibi kokan ve çok şüpheli bir biçimde ıhlamur-rezene-adaçayı-toz zencefil-tarçın-karabiber-limon karışımına benzeyen, ballı bir şey içirdi. Böylece boğazım ağrımıyor, öksürmüyorum, başım filan da ağrımıyor, halsiz de değilim ama burnum bütün bu senkronizasyonu bozuyor.

Bütün bu aksilikler yüzünden bugün cici çocuk oldum dershanede. Haliyle bütün öğretmenler şaşırdı, 'Başımıza taş mı yağacak?' dedi. Grip olduğumu fark edince de 'Geçmiş olsun.' dediler ama bence içlerinden geçmemiş olmasını, benim hep böyle cici çocuk olarak kalmamı dilediler.

Bunu ben de isterim ama hiçbir kaza bana etki etmezse veya öğretmenler dersleri daha interaktif işlemezse bir daha bu kadar uslu olamam. Yani hocam, ya virüslerinizi ya da enerjinizi bana yollamanız lazım!

Empati


Başlıktan ve fotoğraftan da anlaşılacağı gibi Adam Fawer'dan Empati'yle ilgili bir yazı bu.
Baştan söylüyorum, ismine aldanmayın, bildiğimiz bağlamda empatiyi anlatmıyor bu kitap. Olasılıksız'ı okuyanlar Fawer'ın tarzını az çok bilirler ama her ikisini de yaklaşık üç günde bitiren biri olarak söyleyeyim, ben Empati'yi daha başarılı buldum.
Hakkında bu kadar konuştuğum kitabın konusuna gelince... Başkalarının duygularını farklı biçimlerde -görerek, duyarak veya dokunarak- algılayabilen ve değiştirebilen bir avuç insanın arasındaki çekişmeye gizli örgütlerin, bir dolu bilimin ve deneylerin de dahil olmasıyla akıp giden 600'ü aşkın sayfayı kitapla kombine yaşayarak bitireceksiniz.

Bu tarz kitapları okurken sonunu tahmin etmek için dakikalarca düşünüp, kitabı okumaya ara verme gibi pis bir huyum var. Ama bu kitap beyin fırtınalarım esnasında ortaya attığım parlak tezlerimin büyük çoğunluğunu çürüttü.

Asıl sürpriz de kitabın sonunda saklı. Ben kitabı etütte bitirip 'Yok artık!' diye bağırmıştım, bu yüzden size tavsiye: Kitabı umuma açık bir yerde bitirmeyin. Yazarımız okurlarını şaşırtmayı çok seviyor çünkü.
Kitabın gelişme bölümünde çok fazla geçmişe gidiş geliş yaşanıyor, eğer benim gibi başlıklara bakmadan okuyanlardansanız, bu kitabı okurken mutlaka '?. Ara' veya 'Yargı Gecesine ? Kala' gibi ibareleri kaçırmayın derim. Sırf bu sebepten dört bölümü tekrar okumuşluğum vardır :D

Sonuç olarak, güzel bir kitap, tavsiye ederim.

Çok Mutluyum!

İlk defa internet üzerinden bir doğumgünü tebriği alıyorum, bir sevimdim ki sormayın! Biraz daha açık konuşmak gerekirse, beni bu kadar mutlu ettiğin için sağ ol Dishy Fashion!

Farkındayım, pek açık olmadı yine. Söz, bu sefer derdimi anlatacağım. Dishy Fashion sağ olsun blogunda doğumgünümü kutlamış. (burada) Nasıl sevindim anlatamam!

Şimdi de olayı felsefeye bağladım: İnsanın arkadaşlara sahip olması çok güzelmiş!

Tekrar teşekkürler Dishy Fashion! Bu arada, merak ettim, senin doğumgünün ne zaman?

Güzelmiş

Dear okur,

Biraz ağlak ve uzun (10.28 dk) ama Şebnem Ferah & Teoman'da En Güzel Hikâyem'i tavsiye ederim.

Çok hoş, Loreena McKennitt'den Wiccan Dance'ı tavsiye ederim.

Evanescence'dan Tourniquet ve Sweet Sacrifice da güzel, tavsiye ederim. (Grubun adı çok karmaşık ve uzun, geçen seneden beri doğru söylemek için uğraşırım, daha yeni yeni muvaffak oldum :D)

Guns 'N Roses'dan Paradise City'yi de tavsiye ederim.

Şimdilik Geveze'den müzik önerileri bu kadar. Aklıma gelince devam ederim.

Ve 18 Şubat!

Nihayet doğumgünüm geldi! Sonunda yeni bir yaşa daha girdim! Oley oley oley!

Bir dolu hediyem oldu! Anneciğim, sağ olsun söz verdiği gibi Samsung j700 aldı, dayım ve teyzemler daha hediyelerini getirmediler, haftasonu gelecekler, babişkom da para verdi (bakalım ne alacağım onunla), anneannem de eğer dershane denemesinde derece yaparsam eskisi gibi (son iki sınavım rezalet, en kazık konulardan geldi. tarihte rezaletimdir :S yoksa ineğimdir :D) Nikon D80 alırmış, eğer derece yapamazsam da havamı alırmışım.

Aylinciğim Süngerbob'lu kalemlik almış. Biliyor, çok seviyorum keratayı. (Kuzenim de Sünger Bob ya da Sponge Bob diyemiyor, Sünene Bog diyor :P)

Buseciğim daha almamış, acelesi de yok :D Düşünmesi bile yeter.

Ayşenur, Nazlıcan, Esra (adı lazım değil olmayan) ve Fatıma da doğumgünü çocuğu deyip durdular, bu bile acayip mutlu etti beni.

Diğer arkadaşlarım mı? Boşverin onları. Ben onlara doğumgünlerinde hediyeler alsam da, unutmasam da onlar çok yoğun oldukları için (malum, öğrencilik zor iş. aynı sınıftayız ama galiba onlar daha meşgul) unutuyorlar. Olabilir, insanlık hali. Belli olmaz, ben de unutuveririm, bi iyi ki doğdun demeyi bile hatırlayamayacağım günler gelir, tıpkı onlarınki gibi. O zaman onlar bunu sineye çeker mi bilmem, ama ne diyeceğimi gayet iyi biliyorum.

Ne kadar zamandır tanıyorlar beni, bir mesaj bile havalara uçmama yeter, o da olmadı, defterimin arasından çıkan bir post-it bile yeter. En azından 'iyi ki doğdun' desinler, doğmamdan mutlu değilllerse nezaketen 'nice yıllara' diyebilirler. İnsanlık halidir, unuturlar, olabilir. Belki de benim günler öncesinden başlayan 'oley!', '18 Şubat'a az kaldı!' temalı monologlarımı duymamışlardır.

Onlar da insan, ben de insanım. Unutabilirler, unutabilirim...

Aman ya!

Pek bi nemrutum bugün. İki sebebi var:
1. Annişkom, canım, şekerim, balım bana yeni telefon alacak doğumgünüm diye, ama bugün nöbetçi!
Doktor tanıdığı olanlar bilir, sabah mesai saatinde giderler, gece hastahanede kalırlar, genellikle totoları bir an bile yere değmez, eğer ki nefes alacak vakit bulur da otururlarsa oturdukları yer ısınmadan hooop 'mavi kooot!'. Koşa koşa ameliyathaneye. Sabahı sabah ettikten sonra bir de akşam saat 6 veya duruma bağlı olarak 9'a kadar sarkan bir zaman dilimini de hastahanede tamamladıktan sonra eve gelirler ama insan kılığında puding gibidirler. Çocukluğumda annem ve babam eve bu vaziyette geldiklerinde klasik tafralarıma başlardım: 'Bütün gün işteydiniz, hep hastalarla ilgilendiniz. Biraz da benimle ilgilenin. Kitap okuyun, Pacman oynayalım ataride! Oyun hamurlarım bizi bekliyor! Hem daha dondurma almaya gideceğiz!' Bu kadar yıl bana katlandıkları için birinci dereceden Merlin Nişanı filan hak ediyorlar.
Bu sebeple telefonumu yarın alacağız, heyhat!

2.Yarın salı! Etüt(8de filan bitiyor!) ve matematik var! Offf... Neffffret ediyorum matematikten. Fizik, kimya filan hastayım ama o matematik yok mu! Kafam basmıyor! Çok sıkıcı! Hiç aksiyon yok! Hem ben o noktanın koordinatını yazınca, o prizmanın hacmini hesaplayınca, o sekizgenin alşanını bulunca, ne bileyim o yayın ölçüsünü bulunca ne oluyor? Başım göğe mi eriyor?
Hele ki etütleri hiçççç sevmiyorum. Çok dikkafalı ve özgürlük konusunda paranoyak olan ben, etütlerde kendimi kalemlerden oluşan, kapısı test kitabından, anahtarı kalemtraşın jiletinden yapılmış bir zindanda gibi hissediyorum. Biri kafama vura vura çalıştırmaya çalışınca bütüüün hevesim puf diye sönüveriyor. Eğer etüt olmasa evde oturup inek inek 150-200 soru çözeceğim ama etütte 70 soruyu zor buluyorum.

Bu iki mantıklı(!) nedenden dolayı pek bir keyifsizim, canım ciğerim anneanneme iki defa sebepsiz yere çemkirdim. Şimdi de buna üzülüyorum. Psikopata bağladım olayı. Neyse okuyucucuğum, gecenin dokuz buçuğunda on tane fen testi çözüp bir buluşun tarihçesinin çıktısını almam lazım. sana iyi geceler, bana da iyi ineklemeler...

Dershane mi?

Bağımsızlığıma aşırı düşkün olduğumdan birilerinin zorlamasıyla test çözmeyi, ders çalışmayı bir türlü becerememişimdir. Ve bu sebepten dolayı rehberlikçimle az bozuşmadım. Birazdan da silah zoruyla dershaneye gönderileceğim, kendimi idam sehpasına gider gibi hissediyorum. Az önce kalan son iki Ice Tea'yi içtim, anneme yaptığım açıklama şu: Birazdan dershaneye gideceğim.

Durumun vehameti ortada dear okur. Acilen kendime dur demem lazım yoksa yeni bir fobiye önayak olacağım: difficultaso-fobia* veya probatio-fobia*.

Veya daha da vahimi, mutlak koyunluğa yakalanıp bağımsız karar veremeyeceğim, ha bire birileri tarafından iteklenmeye muhtaç olacağım. Kısacası libertas-o-fobia* olacağım.

Ya da sadece delireceğim ve kendi kendini döve döve delirten insanoğlu adı altında tarihin tozlu sayfalarında yerimi alacağım.

En iyisi kalkıp MP4'ümle kombine bir vaziyette hayatı akışına bırakmak, dershaneye gitmek olacak.
Eğer ki gitmezsem akibetim belli: Annem tarafından denek olarak kullanılacağım. 'Acep bu kemik niye var? Alalım gitsin!', 'Acep bu doku niye var? Ağırlık yapmasın!', 'Acep bu kanlı balonumsu şey ne? Niye kasılıp gevşiyor? Aman, boş ver, hiç işe yaramıyor zaten!' gibi cümlelerin vuku bulma sebebi olacağım. Akşama sağ çıkabilirsem görüşürüz millet!

* Bu terimlerin aslı astarı var mı bilmiyorum. Çünkü hepsi Chatty Cat&Latince Sözlük ortak yapım!
Difficultaso-fobia: -fobia eki almış, Latince'de 'zorluk manasına gelen kelime.
Probatio-fobia: -fobia eki almış, Latince'de test, deneme manasına gelmeye çalışan kelime.
Libertas-o-fobia: -o-fobia eki almış, Latince'de özgürlük manasına gelen kelime.
Not: 'Niye Latince?' derseniz, sadece tıbbın ana dili olduğu için. Özel bir tercih değil!

İstiyorum, İstiyorum, İstiyorum! Pek bi Filozofum, Biliyorum!

Ben David Yates'le tanışmak, Warner Bros'la çalışmak, Harry Potter film setine gitmek istiyorum. Gerçekten tanımlanamaz bir şiddetle istiyorum. Öyle böyle değil, harbiden, hastalık dereceesinde istiyorum. Bir iki haftada bir rüyamda görecek derecede istiyorum. Çok ütopik olabilir ama zaten herkesin bir ütopyası yok mudur şu dünyada? Bence kendisi bilmese (veya bilmek istemese de) mutlaka vardır. Bu teze nasıl ulaştığımı açıklayayım, ama uyarıyorum dear okuyucu, biraz dolaylı ve uzun:
Descartes der ki, "Cogito ergo sum." Yani, "Düşünüyorum, o halde varım." Eğer kendi varlığınızı kabul ediyosanız mutlaka herhangi bir şeyi düşünüyorsunuz. (Valla ben Descartes'in yalancısıyım.) Ve düşünce göle düşen damla gibidir, yayılır. Yayıldıkça beraberinde başkalarını getirir. Böylece bu düşünce silsilesi sürer gider. Bu kadar çok düşünce de birtakım hayaller kaçınılmazdır. Hele ki bazı yaşlarda insan sırf hayalleriyle vardır. Çok uçtuğumu düşünebilirsiniz ama bir tezim daha var, her düşünce aslında düştür, hayaldir! Evet, dilimizdeki bu benzerlik hipotezime önayak oldu: DÜŞ-ÜN-CE. Kıcasacası düş ve düşünce kardeştir.
Özetle, varsınız ve düşünürsünüz. Düşündükçe düşünür, düşler kurarsınız. Ve her düş başkasını, her düşünce başkasını çağırdığı için kucağınızda sürüyle hayal olur. Bu kadar hayalle de kendi ütopyanızı bilerek veya bilmeden kurmak o kadar da zor değildir.
Yani demeye çalıştığım (ama büyük ihtimalle başarılı olamadığım) şu: Yukarıda saydıklarımı (David Yates'le tanışmak(1), Warner Bros ile çalışmak(2), Harry Potter film setine gitmek(3)) gerçekten istiyorum ve yine yukarıda saydığım neticelerden dolayı (kusura bakmayın, hepsini tekrar özet geçemeyeceğim :P) bunu garipseyenleri garipsiyorum.
Ayrıca çok çok yakın arkadaş(larım)ın da bildiği gibi, bunları gerçekleştirmek için epeyce çalışıyorum. İdealim yönetmen olmak, ve biliyorum ki olacağım, bu hayallerimi 3,1,2 sırasıyla gerçekleştireceğim. Derler ki, her şey inanmakla başlar. Bazıları çok yüksekten uçtuğumu söylüyorlar, bu kadar emin ve büyük konuşmak riskliymiş! Buradan onlara sesleniyorum, aslında hepimiz her an risk altındayız. Hayat risk almaktır, ben bu yazıyı yazarken risk alırım, düşük (çok çok düşük) de olsa parmağımı incitme ihtimalim var. Hepimiz su içerken risk alıyoruz (düşük de olsa bir ihtimal), tam su içerken içeri biri 'selaaam!' diye girebilir ve o şaşkınlıkla boğulabiliriz! Hepimiz solunum yaparken risk alıyoruz(ufacık bir ihtimalle), ya biri soluduğumuz havaya kokusuz ve zehirli bir gaz karıştırdıysa! Seçenekler inanılamayacak kadar çoğaltılabilir.
Yani lafı dolandıra dolandıra diyorum ki, ben bu konularda çok fena hırslıyımdır, yaparım.(yanlış anlaşılmasın, hırslıyım ama tebrik etmesini de bilirim.) Ve canımın istediği kadar risk alırım! Büyük adımlar atmaktan korkmayın, minik adımlarla uçurumu geçemezsiniz!
Son olarak, David Yates ve Warner Bros; bekleyin beni, geleceğim! Ve Harry Potter seti! Sen ruhumun bir parçasısın, senden hiç ayrılmadım, bu yüzden sana geleceğim demiyorum, fiziki bakımdan senin yanında olmama az kaldı diyorum!
Wait for me, Hollywood! A day, I'll come (back) to you!

Afili Yalnızlık


Sevgililer günü YARIN. Ve ben yalnızım! Ama niyeyse pek bi hür, pek bi özgürüm! Karar verdim, yarın gidip kendime cafcaflı bir hediye alacağım, bu aralar çok çalıştım, hak ettim!


Aşırı duygusal bir yapıya sahibim (ve bunu çaktırmamaya özen gösteriyorum) ama sevgililer gününü yalnız geçirecek olmak bana sadece bir rahatlık, bir endorfin silsilesi getiriyor. Sebebini bilmiyorum, ama cidden bilmek istiyorum. Başlıktan da anlaşılacağı gibi Emre Aydın'dan Afilli Yalnızlık'ı dinliyorum. Normalde bu şarkıyı dinlerken pek bi düşünceli olurum, şimdi sırıt sırıt helak oldum! Derdim ne anlamıyorum. Acep feminist mi olacağım? Olsam mı?


Az önce Nestea içtim, üstüne Emre Aydın dinleyince yan etki mi yaptı ki? Çünkü hâlâ sırıtıyorum! En iyisi başka bir şarkı açayım: Aşk Çok Uzak/ Feridun Düzağaç. Al şimdi de sırıt da görelim! Somurt, somurt! Evet böyle daha iyi!

Ayy... İyice çıldırmaktayım ve sorunumu çözdüm: Yapacak işim yok, böyle kendi kendime düşünüyorum, düşünecek şey kalmayınca da psikopata bağlıyorum! Ben bi koşu gidip yapacak bir iş, yiyecek bir iki çerez bulayım, siz sağ ben selamet! Yoksa ya psikoloğa ya da beyaz gömleğe ihtiyacım olacak!

Düşün Düşün


Bu aralar 'Ne yapsam?', 'Ne yesem?', 'Ne içsem?', 'Ne olsam?' triplerindeyim. Geçen gün yine böyle düşünrken aklıma tatildeki kuzenlerimle aramda geçen diyalog geldi, 'Filozof mu olsam?' dedim.

Olayı kısaca anlatayım: Büyük kuzenimin (kısaca BK) avatarında, yandakine benzer bir şimşek ve düşünen bir insan silueti vardı. (Aynı fotoğrafı aradım ama maalesef bulamadım.) Benimle yaşıt olan kuzenim (kısaca YK) de pat diye atladı. Aramızdaki diyalog abartısız, aynen şöyle:
YK: Bu ne anlamsız bir fotoğraf böyle?
BEN: Yoo.. Bence gayet anlamlı.
BK: Bence de.
YK: (bana) Ne anladın ki şimdi bu avatardan?
BEN: Çelişki.
YK: Nasıl?
(bu arada BK bizi ilgiyle dinlemekte, msnde konuştuğu arkisi de inatla titreşim göndermektedir)
BEN: Şimsek doğadaki çelişkiyi, dış etmenleri temsil ediyor bence. Negatif kutupla pozitif kutbun birbirlerini yoklamaları. Düşünen adam da iç çelişkiyi, insani çelişkiyi temsil ediyor.
YK: Yoo, o sadece düşünüyor?!!
BEN: Her düşünce bir çelişkinin varlığından doğar.
BK: Yok artık! İki dakikada nasıl bu kadar felsefi konuştun ya!
BK ft. YK: BRAVO! Gayet saçmantıklı oldu!
Bu diyalogdan birkaç gün sonra bu filozofluğa merak sardım. Gidip anneme sordum, bu filozoflar tam olarak ne yer ne içer diye. Annemle aramıdaki diyalog da şöyle:
BEN: Anne! Ben filozof olcam! Ama bir sorunum var: Filozoflar düşünürken nasıl para kazanıyor?
A: Onlar düşünürken para kazanmıyor. En azından ikisini aynı anda yapmıyor.
BEN: Hadi beee...
A: Tabi kızım, ne yapacaksın filozof olup da... Hem atalarımız ne demiş: Düşün düşün şeydir işin!
(Kopuş...)
BEN: Anne bu söylediklerini Eflatun duysa ne der acep? Herhalde gayet felsefi bir biçimde sana kafa göz dalar.
A: Hadi ordan! Eflatunmuş! Gelsin buraya da ben onu mor yapayım!
(Ana-kız servis dışıyız! Ana-kız okuldayız gibi oldu :P)
Annem kültürsüz biri olsa neyse! Gayet entellektüel geçinen doktor eskisi, şepşeker bir kadın! (Eski ama hâlâ çalışıyor!) Bazen onun düz mantığına hayran oluyorum. Çetrefil bir olaydan bile bu düz mantığıyla hiç terlemeden sıyrılabiliyor ki, çok pis kıskanıyorum!
Anneme Not: Yok annecim, ben öyle kısanmak filan gibi cümleler kurmam, imreniyorum diyecektim!
Okuyucuya Not: Ne okuduysanız onu demek istedim. :D

Daha Gencim

Bu aralar bir duygusalım, bir pozitifim ki sormayın gitsin! Tam bir gündür kimseye ya da hiçbir şeye sinir olmadım, bağırmadım, kızmadım. Duyduğuma göre bazı insanlar ölmeden önce böyle duygusallaşır, hiç bir şeye sinirlenmez, sevgi topiciği olurlarmış! Dünyevi hırs ve gıcıklıklardan arınır, sükunet içinde yaşarlarmış. Tanıdıkları herkesten durup durup özür dilerlermiş, teşekkür ederlermiş. (Özür olayını abartmadım ama annem 'Çay içer misin?', 'Kurabiye getireyim mi?' filan dediğinde 'Teşekkürler, ben almayayım.' diyorum. Bir iştahsızım sormayın. -Bu öğlen yediğim patatesler hariç!- )

Acep ölecek miyim? Ay eğer ben malum dileğim 1, malum dileğim 3, malum dileğim 4 ve malum dileğim 6'yı gerçekleştiremeden ölürsem gözüm açık giderim anacım! Hem doğum günüme de şunun şurasında altı gün kalmış. Olmaz, daha gencim!

Hem yarın denemem var, olmaz! Sınıf düşerim sonra! Ayrıca yarın Türkçe şiir sunumumu yapacağım! Bir de bitirmem gereken yazılarım var! Ben öyle ardında şaibeli eserler bırakan psikopat yazarlardan değilim! (Havamı yesinler!) Kısacası, olmaz, daha gencim!

N'oluyoruz?

Ya şu hormonal değişim olayına sinir oluyorum! Bu cümleyi kurunca, sivilcelerimle filan başım dertte sanmayın, sorunum tamamen çevresel.

Bu sıralar bizim kızlarda bir özentilik, bir özentilik ki sormayın gitsin! Hoş, sorsanız da sormasanız da anlatacağım.

Hepsinin eteklerini anneleri sıcak suyla yıkamış olcak ki boyuna çekmişler. Evet, boyuna! Hepsinde bir kokoşluk furyasıdır gidiyor. Saçlarını açıp, kabartıp ortalarda güzeliz diye dolaşıyorlar. Her söze alınıyorlar. Konuşma tarzları, esprileri, yürüyüşleri, kahkahaları bile değişti. Sanki biri sihirli bir değnekle hepsine dokundu ve gitti. Akorları mı bozuldu nedir!

Hele ki parlatıcı oje sürmeleri yok mu, çok kılım!(özellikle adı lazım daeğil baş harfi E olan şahısa!) Bir de şu var ki kıllık katsayımı arttırıyor: Parlatıcı oje olayı sayemde yayıldı. Tırnaklarım biraz ince ve kırılgan. Bir de ben basketbol oynuyorum. Azcık da sert oynayınca, malum tırnaklar dayanmıyor. Bu yüzden cila aldım, maçlardan bir iki gün önce sürüyorum. Oje felan değil yani! Özenti demek istiyorum!

Hemen hepsi facebook ve sanalika hesabı aldılar, her arkadaşlık teklifi edeni listelerine ekliyorlar! İfrit bir durum. Hele ki bunları anlatıp anlatıp gülmeleri insanın kısa devre yapmasına neden oluyor! Bir de ödevleri okulda yapmalar, erkeklerle zorla kanki olmaya çalışmalar, öğretmenlerle alay etmeler var. Dikkatimden kaçmadı özenti gençlik!

Bir gün gerçekten kızıp bunları yüzlerine söyleyeceğim ama umarım bu pek yakında olmaz.

Bir Kitap-Film Serisi ile Hayat Biter mi?

Ben Harry Potter serisine hastayım! Bayılıyorum! Kelimenin tam manasıyla hayranım! Sağ olsun J. K. Rowling kitap serisinin sadece 7 ile sınırlı olacağını söyleyince yas tutacak kadar hayranım! Ölüm Yadigârları'nın '19 Yıl Sonra' bölümünü her okuyuşumda ağladığımı bilirim! O derece!

Normalde böyle saçma saplantılarım veya hayranlıklarım yoktur. Kontrol altına alamadığım dört tutkum: Sanat (özellikle sinema ve tiyatro), spor(özellikle basketbol) ve kitap okumak! (özellikle Harry Potter serisi! Fransız yazarların dünya klasiklerine ve romantik akımı doğrultusunda yazılmış romanlara da bayılıyorum ama hiç biri HP kadar yere sahip değil)

Bu tutkularımı abartmasam çok cici bir kızım ama olmuyor işte!

Yine coşup daldan dala atlamadan önce konuyu bağlamam gerek. İnternette gezinirken Harry Potter ve Melez Prens'in tanıtımna rastladım ve başladım düşünmeye: Şimdi bu 6. kitabın filmi. Geriye tek kitap ve iki film kalıyor: Ölüm Yadigârları. (Yönetmen David Yates son kitabı iki film olarak düzenleyecekmiş) Ki kendileri serideki en kıl olduğum kitap! (Büyük ölçüde, sıralama nedeniyle oluğunu fark ettim. Son kitap=Gıcık kitap) Yani huzur dolu son iki yılım. 2010 sonun ilk perdesi, 2011 sonun başlangıcı! Sonra başka film yok! Of ya! Batsın bu dünya! Ama ya! J. K. Rowling'in işi yazarlık! Otursun yazsın! Lütfeen!

Höst! N'oluyoruz hemşehrim? Tamam tutku filan ama bu kadar bağlanılmaz ki! Bi dur yani! Kendine gel! Bir kitap-film serisi ile hayat biter mi?

Önyargılarla Başlayan Bir Gün, Kösebek Yuvası ve Bendeniz

Bu gün kısa da olsa eğlenceli olan bir tatilin -maalesef- bittiği, kâbuslarımın geri döndüğü bir gün olduğundan; sabahleyin, her erken kalkışımdaki nemrutluğum kat be kat fazlaydı. Bir de okul bana bu nemrutluğun katlanması için bir sebep silsilesi armağan etmesin mi!
Nasıl olduğunu anlatayım: Bizim okulun bahçesinin bir yanı Arnavut Kaldırımları gibi, bir yanı parkemsi bir şeyle döşeli. Bu parkemsi yanı kazmışlar, ek bina (resim sınıfı, müzik sınfı ve iki katlı spor salonu) yapılacakmış. Sorun şu
ki, bugün bizim beden eğitimimiz vardı, ve beden eğitimi pazartesilerin süperstarıdır, ayrıca o parkemsi yerde yapılır! Malumunuz, Arnavut Kaldırımı döşeli bir yerde koşmak pek de eğlenceli değil! Dahası, ek binaya yapılacak sınıflar zaten ana binada var!

Böyle ifrit olduğum bir günde, böyle güzel(!) sürprizlerle karşılaşmak çok hoş doğrusu! Bular yetmiyormuş gibi müdür bizi bahçeye dizip üstüne konuşma yaptı; inşaat alanının etrafındaki demirlerle oynamayın(neredeyse dört metre demir duvar yapmışlar! estetik bu olsa gerek!), hazirana kadar bitecek felan dediğini hatırlıyorum; devamını -biliyorum hoş değil ama- dinlemedim. Mükemmel üçlü beni dürterken zor oluyor. (Mükemmel üçlü: Soğuk hava, sabah nemrutluğum, biriken dedikodular) Bir de şu var ki, tek konuşan ben değildim, müdür de farkında olmuş olacak ki, bizi bahçede epeyce azla bekletti. Dondum ya!

Velhasıl, bu muhteşem haberlerden sonra son denemenin dökümü tam da fen dersinde geldi, sonuç rezalet: Matematik 3 yanlış, fen 2 yanlış! Diğerleri ful. Ha-ri-ka! Farkındayım, sözelci gibi duruyorum ama eşit ağırlıkçıyım ve matematikten NEFRET ediyorum, fene de hastayım! Hele o fiziğe bayılıyorum. Buna rağmen iki yanlışım da biyolojiden, en kazık fizik soruları doğru! Git gide gıcıklık kat sayım tırmanıyor dear okuyucu! Fenci de gülüyor: "Gidip de biyolojide yanlış yapmışsın a kızım!" Of ki ne of! Sınıfta herkes soruları doğru yapmış, herkes!

Bu kadar üst üste gelen harika olaylardan sonra yukarıdan birileri hâlime acıdı ki, hoş bir sürpriz yaptı: Yeni ders programımız geldi, artık haftada üç gün ikişer saat matematik işlemiyoruz, dağıtmışlar! Ve bomba haber: İNGİLİZCECİMİZ DEĞİŞMİŞ! Bir mutlu oldum bir mutlu oldum sormayın! Bütün sınıf birbirimize sarıldık sevinçten. Bu güzel haber de bütün gıcıklıkları unutturdu haliyle!

Şu anda hâlâ kendi kendime sırıtıyorum. Çünkü bu gün hayatımın en muhteşem iki İngilizce dersini geçirdim. Bu mutluluğu biraz garipsemiş olabilirsiniz, açıklayayım: İngilizce ve fen benim en sevdiğim dersler. Ama eski İngilizce öğretmenimizle pek anlaşamadık doğrusu. Yanlış anlamayın, adam çok iyi ama sorun galiba bende. Bu sebepten favori dersimden soğumuştum. İngilizce benim için sadece bir ders değil, kendisine tarif edilemez bir sevgiyle bağlıyım.

Neredeyse Türkçe kadar seveceğim keratayı!

Ay, dün rüyamda bu gün sonunda bu kadar mutlu olacağımı görsem 'Bir yerim açıkta kaldı herhalde!' derdim! İlahi ben!