√49

Uykucu'm sağ olsun beni mimleyivermiş. Ödülmüş mü neymiş bu. Öyle bi şeymiş bu.
Teşekkürlerimi ilettikten sonra hakkımda 7 gerçek yazmam gerekiyormuş.
Bundan gayrı yeni mottom az laf çok iş. -bir demet ucuz ironi.- O yüzden hemen başlıyorum.

:1: Ortalama bir günde yatağa yatmamla uykuya dalmam arasında geçen süre yaklaşık 40 dakika. Evet, 40 dakika. Zira beynim kendi kendini kapatma konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyor.
Işıkları söndürüyorum, yorganıma sarılıyorum ve aman Tanrım! Gözümün önünde bir karnaval beliriyor. -bu konuyu detaylarıyla anlatıp koskoca bir yazı çıkartabileceğimi fark ettim tam bir fırsatçı olarak.-
Velhasıl kelam, kolay kolay uykuya dalamıyorum ve bunu yapan insanlara da muhteşem bir hasetle bakıyorum.

:2: Beynim adeta bir bilgi çöplüğü. Omuzlarımın üstünde devasa bir 'Bunları biliyor musunuz?' arşivi taşıyorum. Örnek vermek gerekirse..
*Roald Dahl Charlie'nin Çikolata Fabrikası'nı ilk yazdığında oompa-loompa'lar simsiyahlarmış. Sonra 'Irkçı oldu ya bu.' diyerek bukalemuna çevirmişler pigmeleri. -bir ara beyaz oluyorlar, bir ara turuncu oluyorlar filan.-
Şimdi söyleyin bana bu bilgiyi nerede kullanabilirim? Nerede işime yarar? -sessizlik.. buz gibi bir sessizlik..-

:3: Karamelden hoşlanmam. Hem de hiç.

:4: Arkadaşlarımın ortak kanısına göre bazen açık sözlülük olayını abartabiliyormuşum.
Halbuki entel bir tartışma ortamında herkes mutlu olmak için yalan dinlemenin saçma olduğunu kabul eder. Pratiğe gelince niye yamuluyorlar anlamıyorum. Ayrıca üzülmesin diye yüzüne söyleyemedikleri şeyi o gittikten sonra aralarında konuşmaları ve dahi gülmeleri, sorarım sana dear okurum, daha mı etik?!
Adını hatırlamadığım birinin dediği gibi, gerçek sizi özgürleştirebilir ama önce çok kızdırır. -ufuu, tanık göstermeye kadar gittim.-

:5: Sinesteziden muzdaribim. Şarkıları koklayabilirim, fotoğrafların tadını alabilirim, kelimelerin dokularını hissedebilirim.
Bundan kötü bir şeymiş gibi bahsediyorum, evet. Çünkü çoğu zaman filmlerden, müzikten, kitaplardan bir başkasının alabileceğinden daha fazla zevk alsam da bazen çok yoruluyorum.
Kötü bir şarkı duyduğunuzda ne hissettiğinizi düşünün bir. İşitsel olarak rahatsız oluyorsunuz, değil mi? Bense iğrenç bir yüzeye dokunuyorum, plastik kokusu alıyorum.
Ayrıca sayılarda hiçbir şey hissedemiyorum. Sonsuz bir siyah beyazlık. Matematikten nefret etmek için devasa bir sebep daha.

:6: Şimdiye kadar şöyle ya da böyle bir muhabbetimin olduğu herkesi ellerinden tanıyabilirim. Herkesi.

:7: Eğimli yerlerde fevkalade rahatsız oluyorum. Öyle böyle değil, ÇOK rahatsız oluyorum. İçim sıkılıyor.
Engebeli arazi değil, eğimli arazi. Yokuş gibi.
Uff, iğrenç bir şey yaa.


Eveet, bir mimimizin daha sonuna gelmiş bulunmaktayız. Şimdi el ele tutuşuyoruz, gözlerimizi kapatıyoruz ve yüksek sesle tekrar ediyoruz:
"Geveze coğrafyadan 100 alsın.. Geveze matematikten de 100 alsın.. Geveze coğrafyadan 100 alsın.. Geveze matematikten de 100 alsın.. Geveze coğrafyadan 100 alsın.. Geveze matematikten de 100 alsın.."

He Benim Nicolas'ma, He Benim Sarkozy'me, HE!!

Muhtemel suretle hepiniz duymuşsunuzdur şu yasa tasarısı muhabbetini, duymadıysanız da bir defa daha anlatmaya benim içim el vermiyor, dear okurumun dear elleri bi google'lasın bir zahmet.


Şimdi buradan Sarkozy beyamcaya açık mektup şirinleyeceğim, sıkı durunuz.

Kafanıza ne yaptıysanız monşer, çok güzel olmuş. Tebrik ederim, muhteşem olmuş. Otuza saltık esnik börsum'dan beri böyle güzel bir kafa görmedim, görmem diye de düşünerek iyi halt etmişim üstünüze afiyet.
Carla Bruni'yle evlendiğinizde bir kıllanmadım değil, ne yalan söyleyeyim. Türkiye'yi AB'ye almama konusundaki inatçılığınıza da saygı duyuyor ve hatta anlıyordum da... Şu yaptığınıza diyecek söz bulamıyorum, sadece koccaman bir tebrik oturtuyorum.

Hani bir 'Fğansa ekönömisini ğevitalizeğ etme' planınız vardı ya.. Hah, şimdi onu alın ve..

Güzel bir rafa kaldırın canım, ne fesatsınız öyle!

Ola ki sözlerinden dönmezlerse, pek çok Türk yatırımcı ve şirket canınızı yakacak. Ayrıca biliyorsunuz ki Orta Doğu'da anlamlandırmakta zorlandığımız bir Türk sempatisi yükselişte. Arkamızdan geleceğini, en azından bir nebze de olsa moralinizi bozacağını umduğum petrol zenginleri var. Bu işin ekonomik boyutuydu.

Siyasi tarafından bakarsak.. Türkiye elçilerini muhtemelen geri çağıracak, bunu 15 yaşında bir lise öğrencisinden çok daha iyi bildiğinize eminim.
Bonus olarak da, 2006 sayımlarına göre ülkenizde yaşayan 400,000 kadar Türk vatandaşı var. Ve yine 2006 sayımına göre, 500,000 kadar da Ermeni vatandaşınız var.
Basit bir hesapla, sade ve sadece 100,000 oy kazandınız ve ufuu, çok para ve çok saygı kaybettiniz.
Bir de şunu söylemeliyim ki, güzel bir tepki koymalarını beklediğim 5 milyon kadar Avrupalı Türk var. Bir düşünün, bir düşünün monşer. İmeycın.

Tüm bunların yanında Fransa'nın UN'de faal bir sevgi pıtırcığı olma, düşünce özgürlüğüne saygı duyma, insan halkarına kol kanat germe, barış güvercini olma gibi ütopik misyonları vardı. Bilirsiniz değil mi, neticede büyük adamsınız, ha?
Var ya, şu yaptığınız düzenlemeyle artık 'sözde Ermeni soykırımı' diyen insanlar hapse girecekler. Ne özgürlük ama! Saygı duymamak elde değil.
Böylece Ermenilerin çektikleri acıları görmezden gelen kötü adamlar Fransa'nın kutsal topraklarından silinip gidecek mi? Bunu mu hayal ettiniz?
Ciddi ciddi böyle düşünüyorsanız size puanım dokuz. Zira herkes, her diktatör ve her adil yönetici bilir ki yasakların cazibesi karşı konulamazdır. Anlayacağınız dilden konuşayım, femme fatale gibi düşünün, peşinden giden çok olur. Yanacağını bile bile.

Sevdiğim adamları çıkartmakta üstüne olmayan bir ülke Fransa; Victor Hugo, Jean Ferrat, Chabrol, Baudelaire, Sartre vesaire vesaire.
Hepsi de insanlara ne düşünmeleri gerektiğini söylemeyen bir Fransa'dan çıktılar. Bilmem mesajı aldınız mı?


Bütün bu saydıklarıma ek, ne kadar önemsersiniz bilemem ama, bir genç kızın hayalleriyle oynadığınızı da bilmelisiniz. Sayenizde Türkiye, Fransa ile olan diplomatik ilişkilerini kesecek ve bu benim için korkunç bir şey.
Kim bilir ne kadar zorlaşacak bir Türk olarak orada yaşama izni almak. Ne hale getirdiniz sevgili Dr. Jekyll ve Mr. Hyde hayalimi. -gündüzleri paris sokaklarında kaybolan avare bir sanatçı olup, karanlıktan sonra stüdyo daireme çekilerek çeviriler yapacaktım tamam mı!!!1!-


Şu noktada diyebileceğim tek şey, he Nicolas'ma he.
Faaliyetlerinin devamını dilerim.
Bi de; kabız ol, Nutella'ya alerjin çıksın ve bir sürü sivilcen olsun. Oh.

Smith & Wesson & Lennon

Tematik şarkımız The Cranberries'den tüm sevip de yüz bulamayanlara gelsin: I Just Shot John Lennon. -vj olabilirim bence. olur ki bence.-



  Hafızamın kusuruna bakmayın; John Lennon'ı ilk nerede gördüm, adını ilk nerede işittim hiç hatırlamıyorum.
  Ama böyle eski mi eski bir Beatles anım var. Anaokulundayım sanırım, Obla di Obla da çalıyor -çalıyor ama radyo mu televizyon mu yoksa başka bir şey mi hiç ama hiç hatırlamıyorum.- ve elimde oyun hamurları var. Bir şey yapmaya çalışıyorum, görkemli bir şey. Büyük ve güzel bir şey. Bu müziğin hamurdan şeyi. Pembe. Belki de kırmızı. Ve yeşil. Çok çok güzel olmalı. Çok acayip güzel.
  O zamandan belliymiş heykelde başarılı olamayacağım ki bir salatalığa çarpmış teletabiden daha görkemli bir şey yapamıyorum.
  Ama müzik kulaklarımda çalmaya devam ediyor. Alkışlar.
  Kafam bu kadar karışık değilmiş ki ritmini uzun zaman saklayabilmişim hiç bozulmadan. Bir yerde daha duyuyorum ve "Ben bunu biliyorum!" diyorum, "Biidıls. Biidıls bu!"

  Arkasından gelen yıllar boyunca şurada burada biidıls'ı duydum, evdeki eski kasetleri karıştırırken Genesis albümü altında muhteviyatında birkaç biidıls şarkısı olan 'karışık kaset'i buluşumsa bir nevi nirvanaydı John ile olan ilişkimizde. -burada kurt cobain anısına 10 saniye boyunca buğulu gözlerle karşımızdaki duvara bakıyoruz.-

  Pek tabii kocaman müzik setimizin içine tepiştirip dinlemeye başladım. -ben küçükken daha büyüktü bu müzik seti. koccamaaaan kolonları vardı. en üstündeki pikap çok gizemli bir şeydi, boyum yetişmediği için istediğim gibi kurcalayamayışım da pek hüzünlüydü.-
  Şimdi hatırlamıyorum neler vardı ama, benim en sevdiğim Strawberry Fields Forever'dı.

  Araya bir 'Rakçıyım herkes bilsin yaneeeğ.' dönemi girdikten sonra elimin altında limewire vardı, youtube vardı, şu vardı bu vardı, teknoloji durmuyor ki azizim. Bulabildiğim bütün Beatles şarkılarını zamane tineyçleri olarak adetimiz üzere tükettim.

  Fotoğraf biriktirmekten hoşlandığımı söylemiş miydim bilmiyorum. -söyledim yaa bence. off o kadar çok şey söyleyince insan unutuyor neyden bahsedip neyden bahsetmediğini yahu.-
Minik koleksiyonuma John Lennon'ı eklerken epey bir bilgiye ve İngilizce kelimeye vakıf olduğumu söylemeliyim okurcuğum.

  Tuhaf bir adamdı ki bu John amca. Her fırsatta hippi mesajlar vermesi, 'Dünya barışığğ!' demesi, gözlüğü, favorileri, aforizmaları... Enteresandı.
  Ayrıca Amerika'ya kafa tutuşuna bayılmıştım doğrusu. Nixon yönetiminin başını ağrıtmış, Vietnam Savaşı hakkında bağıra bağıra konuşabilmiş, FBI'cıların sinirlerini zıplatmıştı. Cesaret bu değildi de neydi?
  Hele ki embesil Amerikalıları uyandırma yolundaki çabasını çok takdir etmiştim.

  Hadi yeri gelmişken bir gazeteci aracılığıyla verdiği ibretlik ayarı da anlatıvereyim:
'War is over, if you want.' yazısını embesillerin gözüne gözüne dayayışı sırasında bir gazeteci abi John beyamcaya sormuş: "Bunların parasını siz mi karşılıyorsunuz yoksa yardımcı olanlar var mı?"
Lennon'cığım da ufuu, durur mu vermiş ayarı: "Yardımcı olmak isteyenler var tabii de şimdilik kendimiz karşılıyoruz. Ama sorun değil çünkü bir insan hayatından daha ucuz."

  Etkileyiciydi. Sivri dili, hazırcevaplığı. Ama hepsinden önemlisi istikrarla barış çağrısı yapması. Hemen her röportajında tacını giyen bir Miss World edasıyla barışı anması komikti. Ama bu yolda çaba harcaması, işte bu hayli ciddi olduğu kadar muhteşemdi de.
  '69'da "Hiç kimse barışa tam olarak bir şans vermedi. Gandhi denedi, Martin Luther King denedi ama ikisi de vuruldu." demesi ise, vay anasını, ironikti.

  Pek sevdiğim Cannes'da bile bir macerası vardı bu adamın. Erkin koray ne dedi, birlikte ne konuştular, hangi sinema akımından hoşlanır, en sevdiği film hangisi, Nutella'nın gizli tarifi ne? Bunlar hep merak ettiğim şeyler.

  Şarkı sözleri iyiydi, güzeldi de kime yazmıştı bunları? Yoko-oh-no'ya mı?
İşte bu kadını hiç sevemedim. Benimle aynı gün doğmasıysa büyük bir üzüntü kaynağı. Hele ki pek beğendiğim, bir ev satın almak istediğim Mallorca'mı şu sıralarda mesken etmiş olmasınaysa diyecek laf bulamıyorum.
  Gitti biidıls'ı dağıttı -kim ne derse desin, biidıls'ın dağılma sebebi benim için bu kadındır.-, John'a da sağlam yapıştı hani. Bir dönem fotoğraflarında Yoko-oh-no'suz tek karesi yok adamcağızın. -her yoko-oh-no yazışımda paul mccartney'nin kulakları bir kez çınlıyormuş meğersem.-
  Hele ki bir şapşal fotoğrafları var, her görüşümde kıl oluyorum. John'u kapak yapmak için hangi dergiydi hatırlamıyorum şimdi, geliyorlar apartman dairelerine. John, "Yoko-oh-no'suz olmaz. Yoko-oh-no'suz tuvalete gitmem ben." diye tutturunca -eh be con yani. yok sanki başka kadın. anlıyorum aşık adamsın da. yoko-oh-no nedir yaa.. neyse sonra homurdanırım.- mecburen ikisinin birden fotoğrafını çekiyorlar. John zavallı bir cenin gibi Yoko-oh-no'ya yapışmış. Yoko-oh-no hayli sinir bozucu bir ifadeyle tavanın derinliklerine dalmış, bakıyor. Mutlaka bir yerde görmüşsünüzdür. -şimdi bulmaya da üşeniyorum.- Aralarındaki ilişkinin özeti budur herhalde. -ki bu fotoğrafı bir ara analiz etmeyi çok istiyorum. kısfmet.-

  Bu Yoko-oh-no'ya kıl oluşumu da açıklayamıyorum fakat. Niye bilmiyorum, öylesine sinir oluyorum ki ona.
  'because the sky is blue and it makes me cry.' Na böyle.
   Belki de kıskanıyorumdur ne bileyim. Lennon sözlerinde selam edilen kadın... Kıskanılmaz mı?

  New York'ta yaşamak konusundaki ısrarınıysa hiç anlayamadım. Geveze Ünlü Skalası'nda bu kadar yüksek puan yapan birisi nereye gitse muhteşem bir sevgiyle, hayranlıkla karşılanırdı. Neydi ki NYC ısrarı? -bu merakımı gidermem için mutlaka new york'a gitmem lazım. yoksa hayatım boyunca kafamı kurcalayan bir soru olarak kalacak. duy sesimi anne. anneeee.- 

  Hakkında çok şey öğrendim, büyüdükçe ilgilendiğim şeyler değişti ve bu değişime paralel bilgiler depoladım  Lennon hakkında. Aktivist hali, sanat anlayışı, 'high' kafası, LSD'si, stili, Maherishi Mahesh macerası, şusu busu...
  Elinin değdiği her şeyi görmek, bilmek için epey hırpaladım interneti de kitapları da.
  Ama bazı şeyler vardı, öbürlerinden daha çok sevdiğim. Aksanı, Imagine, Lucy in the Sky with Diamonds, Strawberry Fields Forever, Liverpool, devrim, Mao, Working Class Hero, Beatles.
  -hep Lennon diyorum da Beatles'a pek göz kırpmıyorum. evet, Paul yakışıklıydı, Harrison cool'du, Ringo Starr muhteşemdi. Ama Beatles'ın en özel parçası Lennon'dı, bunu tartışmayalım.-

  Önceki yaz zordu benim için. Epey zordu. Niyeydi nedendi boşverelim, gidip saçlarımı kıpkırmızıya boyattım. Domates kırmızısına. Kuaföre giderken Octopus's Garden dinliyordum.
  Kuaförden çıktıktan sonra 'Strawberry Fields' oldum.
Sınıfta biri "Strawberry Shortcake'e benzemiyor mu ki Geveze?" dedi. Sonra başka bri arkadaş daha çok 007'deki Agent Strawberry Fields olduğumu iddia edince resmen üstüme yapıştı bu nick.
  Evet, ben Strawberry Fields oldum. -saçlarım artık kırmızı değil ama hâlâ bana strawberry fields diyen arkadaşlarım var.-


  İşte bu kadaaar bir yer kaplıyor John Lennon ve Beatles hayatımda.
  31 sene olmuş Mark David Chapman müziğe Smith & Wesson 38'le dört mermi isabet ettireli.
  Hâlâ Yoko-oh-no'nun üzerinde olduğu bir dünyada yaşıyor, barış diye sayıklıyoruz.
'Az önce John Lennon'ı vurdum!' diyen salak maşa olmasaydı çok daha farklı bir yerde olur muyduk? Gerek hipster kulislerinde gerekse ciddi mecralarda yeterince tartışıldığını varsayıyorum ama Geveze olduğum için fikrimi de belirtmem gerek: Olurduk. Evet efendim, olurduk.
  Sonsuza dek genç John Lennon'ım, sen hayattayken seni yaşayanları nasıl kıskanıyorum bilemezsin.


Bu şirin ayılı fotoğrafla da yazıyı bitirmeyi planlıyordum ki...




Bu videoyu da eklemezsem olmaz dedim. 8 Aralık'ınız ve John Lennon Haftanız biterken ennnnnnn iyi dileklerimle selamlıyorum sizi sevgili gönül dostları.

ps. bundan bahsetmeyi de unutmuşum fakat.

Geveze'yi Harcayacaklar Matmazel!

Gördüğünüz üzere sağ kolona bir anket oturtturmuş idim. Oylama süresi bittiğine göre bir değerlendirsek de neçe zamandır boynu bükük duran anket zımbırtısı etiketim şenleniverse değil mi?

Sorumuz şöyleydi:

Okurum canım, sence Fransızca kökenli kelimeleri deli gibi etrafa saçıyor muyum?

Seçeneklerimiz ise şöyleydi:
* Evet. Yani ne zamandır söylemek istiyorum fırsat olmuyor. EVET, fütursuzzzca kullanıyorsun Fransızca kökenli kelimeleri.
3 (23%)
* Hayır. Ne alakası var?! Entelijansiyaya mensup biri olarak pek tabii anlıyorum seni monşer. İyi böyle, bozma.
4 (30%)
* Çekimsiyorum ben.
2 (15%)
* Amcamgile selam söylemek istiyorum.
4 (30%)

Toplamda 13 oy kullanılmış -toplama işlemi yapabilenlerin de kendi kendilerine fark edebilecekleri üzere-. Birinci ve ikinci seçeneği işaretleyen dear okurlarım, görüşlerinizi dikkate alacağımı itinayla belirtmek isterim. Neticede sizin dimağlarınızdaki fikirler benim için fevkalade kıymetli. Bilesiniz.

Üçüncü seçeneği işaretleyen okurlarım, siz de zannımca birinci seçenekte belirtilen fikirdesiniz ama benim şerrimin afakınızı sarması fikrinden hoşnutsuz olduğunuz içün olayı çekimsediniz. Değil mi? Sizi de seviyorum, çekimsemek yerine böyle daan diye, damdan düşer gibi, domdoğru dosdoğru fikrinizi açık etmeniz beni ziyadesiyle memnun eder.

Amcasıgile selam iletmek için bu mecrayı kullanan okurlarımın blogumun sanal jurnalcığımın günlüğümün bu denli popi oluşuna okunuşuna olan sarsılmaz güvenleri beni çok mesut ediyor. -ama burada bir kısa çizgi açayım. amca yeğen blogumu okuyan bir kitle varsa lütfen, n'olur ve lütfen bana ulaşın. çünkü siz en asil duygunun okurlarısınız cancağızlarım.-

Velhasılkelam, diyeceklerim bunlardan ibaret. Bu kadar Bülent Ersoy fevkaladenin fevkinde rol modelimdir, konuşması kafidir umarım. Zira;
Olmaya cihanda bu denli ızdırab,
Yordunuz beni haşmetmeab.

Beyit bile yazdığıma göre erdim ben, oldum ben.
Con lenın yazısı geliyor, yolda. Yarın matematik sınavı II var, sağ salim atlatabilirsem sayın yazımı da yayınlayacağım.
Haydi esen kalınız.

Beatles'ın Değil, Benim John Lennon'ım

Na bu blogun sınırları içinde, buna ek benim sözümün geçtiği ortamlarda resmi takvim ilan edilen Gvezeryen Takvimi'ne göre bu hafta, -1 aralık ve 8 aralık arası. 8 aralık dahil evlatcığım. - John Lennon Haftası.

John Lennon Haftası, çünkü ben sizin Papa Gregor'unuzum, ben ne dersem o olur. -ou yea. ay lav tevazu very very tevazu.-
Şaka bir yana, bildiğiniz ya da bilmediğinizi çaktırmadığınız gibi 8 Aralık 1980 John Lennon'cuğumun ölüm günü.
Beatles dinlemiyor olabilirsiniz, John Lennon'u sevmiyor olabilirsiniz, daha fenası Yoko Ono'nun iyi bir insan olduğunu düşünüyor olabilirsiniz, ama bilin ki Gvezeryen Takvimi'nin kullanıldığı mecralarda ben kafanızı ütülüyor olacağım. Aynen şöyle:
"Liverpool ülkü ocakları.. Parish.. bik bik geyik geyik.. John Lennon.. bik bik geyik.. Yoko Ono.. Nefret nefret nefret, 18 Şubat'ı geri ver.. Imagine.. bik bik bik.. Savaş çok gereksiz.. bik bik bik.. Yuvarlak gözlük.. Harry Potter.. bik bik.. J. K. Rowling, Pottermore, Ölüm Yadigarları çok kıytırık.. bik bik bik.. Severus Snape.. Friendzoned lvl 1234122313.. bik bik bik.. Voldemort.. Yoko Ono.. Kıl oluyorum.. Beetles kelime oyunu.. New York.. bik bik.. Salak Amerikalılar.. Suikast.. Bik bik.. Holden.. Salinger.. bik bik.. Smith & Wesson 38.. bik.. Favorili erkekler.. bik bik.. Matthew MacFadyen.. bik bik.. Dünya barışı.. bik.. Strawberry Fields Forever.. bik bik. LSD.. bik bik.. Lucy in the Sky with Diamonds.. bik bik.. Jelibonlar.. bik bik.. Hoffman.. Halisünojen.. Kaleydoskop.. bik bik.. biiiiiiik.."



İşte böyleyken böyle. Eylemlerim sürecek. Haftasonu vektörlerden başımı kaldırdığım zaman da ha burayı donatıciim.
Bu arada psikolojiden tamı tamına 96 puanla sınıfın en yüksek notunu aldığımı, matematikte de içler acısı olduğumu belirtmeden geçemeyeceğim. mehe meh.







Burayı da vidyo manyağı yaptım.

Bir de Sen Vur Mayın Tarlası

Bunun olma olasılığı hakkında konuşmak istemiyorum.. Mutluluğu Microsoft'un software'deki yetkinliğinde arayacak kadar düştüğümde bunu yaşamak.. Ah.. Kime teşekkür edeceğimi bilemiyorum pek tabii.. Gözlerim doldu şu an.. Her şeyden önce bana inanan aileme ve dostlarıma.. Beni bu ödüle layık gördüğü için Akademi'ye.. Nutella desteği için Ferrero Spa'ya.. Hıçk.. Yetenekli ekibime ve yapımcıma.. Ve pek tabii.. Pek tabii.. MUHTEŞEM ŞANSIMA.. Teşekkür ederim.. Çok teşekkür ederim.. Hıçk.. Çok duygusalım şu an.. Daha fazla konuşamayacağım.. Hıçk.. Teşekkürler Akademi..

Matematiğe İnanmıyorum Ama Bir Kazık Var

Yine bir "Geveze'yi Nasıl Hayattan Soğutabiliriz?" temalı projenin analiziyle karşındayım dear okur. Deprem vergisiydi, terördü, haksızlıktı, usulsüzlüktü, duyarsızlıktı, faaliyette aptallıktı zaten nefretle fokur fokur kaynıyorum, bir de bunun üstüne kelimenin tam manasıyla re-za-let bir matematik sınavı geçirdim ve cinayete gerçekten ama gerçekten ÇOK yakınım.


Şimdi iki hafta öncesine gidiyoruz ve benim ağlaya zırlaya matematik çalışmamı acıyan gözlerle seyrediyoruz.. -duman duman duman, sır kapısı ses efekti, dıpı dıpı dıp-

-"Şimdi bütün konuları tekrar ediyorum. Yapıyorum bunu. Paralel evrende Teoman'la İzlanda sokaklarını keşfettiğimi ya da Salinger'la Amerika'ya küfrettiğimi hayal etmiyorum. Brecht'le röportaj yaptığımı de pek tabii ki hayal etmiyorum. Ya da Offret'in setinde olduğumu.. HAYAL ETMİYORUM!!!!1! Matematik çalışıyorum, evet. Teoman yok, İzlanda yok, sinema yok, müzik yok, kitap yok, tiyatro yok. Matematik var. Ühüvaaaaa... Ühü. Hüüü.. Poli.. Polinom.. Hüüü..."

Çalışıyorum. Ciddi ciddi elimde kitap ve defter, çalışıyorum. Hatta bir ara matematiğin belki de o kadar da gereksiz olmayabileceğini düşünüyorum ama çabuk kendime geliyorum.

-şimdi kafanızda the final countdown çalarsa.. buradan.. yutup açamıyorsanız da buradan.. bi zahmet.. çünkü ambiyans filan.. malum.. önemli şeyler.-
Ertesi gün, daha ertesi gün, daha da ertesi gün.. Günlerce çalışıyorum. Azimle çalışıyorum. Ezberlemediğim formül, çözmediğim örnek soru kalmıyor. Her tarafım post-itlere karalanmış notlarla dolu. Sağda solda yığın yığın karalama kağıdı var. Burnum kalemden siyah olmuş ama muhteşem bir gazla çalıştığım için farkında değilim. Kitabı yırtarcasına işlem yapıyorum.

Muhteşem bir hızla işlem yapıyorum. Kalemin sürtünmesinden kağıttan duman çıkmaya başlıyor. Gaza gelip kitabı kalemi elime alıyorum, çalışma masamı devirip sokağa çıkıyorum.

"Oooo, hoooo, its dı faynıl kaaaaaunt daaaaaavn!! Dı faynıl kantaaaaaaaaavn!!!" diye bağırmak suretiyle dağları tepeleri aşıyorum. Yamaçlardan atlıyorum, otobanlara dalıyorum. Bu arada arka planda hafif soluk sayılar işlemler filan akıyor. Yoluma çıkan çöp kovalarını tekmeliyorum, trafikte arabaların üstünden atlıyorum. Hatta bazı trafik levhalarının üzerine polinom yazıyorum. Ağaçları köklüyorum, çevreye dehşet saçan sapık bir vandal oluyorum adeta. Röaaarrr!! Bir iki binanın boyunu kısaltıyorum. Rögar kapalarını söküp frizbi gibi fırlatıyorum. Gözümden şiddet saçılıyor etrafa, huhuv beyyyybi.

Bu gazla Gotham City'ye kadar yardırıyorum. Gökdelenlerin tepesinden atlıyorum ve yere dimdik düşüyorum. Chuck Norris gibi yürüyorum. Dırırırırırırırırırırırırırırıııııııım. Bi ara gitarı elime alıp 0.7 Rotring Tikky'ciğimi pena yapmak suretiyle çalıyorum.
Hobaaa, hey. Gotham City'de yağmur filan yağıyor, gök gürlüyor. Ama bana vız geliyor tabii. Yalnız yağmur da iyi yağıyor hani. Uhuuv, gök yarılmış dostum.

Ara sokaklaara girip çıkıyorum. Birini arıyorum deli gibi. Nerde olabilir? Dırıdıt dıt dım.

Elimdeki matematik kitabıyla Batman'i alaşağı ediyorum. 'Buruscum bebeğim, otur sen soluklan acık şurda.' diyip manik bir kahkaha atıyorum.
Faaaynıııl kaaaaaaaunt daaaaaauun!!! Heleey.
Kaaaaaunt daaaaaun. Ohoooovvv.
Joker ve Vantrilok'u kovalıyorum. Uuu, manyak bir savaş geçiyor aramızda. Ağzına burnuna senin joker gibi var ya ooolm seni.
İçimdeki Jackie Chan açığa çıkıyor. Matematik kitabımdan kopattığım sayfalarla kötü adamları birbirlerine bağlıyorum. POLİNOMUN GÜCÜ ADINAAAAA!! RESPECT!!1!
Su birikintilerine basa basa caddeleri aşıyorum. Şehrin çıkışına gelip
'Gaddım siideee. Nüfus, Rakım, sins bindokuzyüzbilmemney. Hoşçakalın. Yine bekleriz.' tabelasının altında 'Geveze was here.' yazı..

Hoba. Şarkının bitmesiyle kendime geliyorum pek tabii.
Tamam diyorum, matematik benim için bitmiştir. Muhteşemim ben. Harikuleytim ben.


-duman, duman, duman. dıbı dıbı dıp dıııırı dııırı.-
Eveet, şimdi de perşembe gününe gidiyoruz. Elimde kalemimle kendi kendime mırıldanıyorum, keyfim gıcır. Bon Jovi benmişim meğersem! -müzik önemli tabii.. yutup. fi fi fizy.-
"Shot through the heart and you're to blame! Darlin' you give love a bad name! Dıırıııı dırırırım dım hımnım dırım dım dım dırım dım. An angel's smile is what you sell. You promise me heaven, then put me through hell. Chains of love got a hold on me. When passions a prison, you can't break free!!!! Hehey.. Oh, I am a loaded gun, yeaaah. Yeiyeyi yeaa."
Derken kağıtlar dağıtılıyor. İlk soruya bir girişiyorum.. Off. O kadar profesyonelim ki.. Üzerime tek damla kan sıçratmadan, tek bir tıkırtı çıkartmadan işimi bitiyorum, bulduğum sonucun altına iki şirin çizik atıp sonraki soruya geçiyorum.
HIK.
-burada aniden müziği durduruyorsun dear okurum. çot diye.-
Uğraşıyorum, uğraşıyorum ama 10/kök 5 gibi korkunç bir şey buluyorum. WTF?

Üçüncü soruya atlıyorum.
HÖNK.
Dörüdüncü soru.
OBAAAA.
Beş.
ANNEEEEEE!
Altı.
ÜHÜVAAAA.
Yedi..
HIÇK.

Sonraki üç soruya bakamıyorum bile. Hayatımın en rezil matematik sınavını geçirdiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Ve en kötüsü de, SAATLERİMİ MATEMATİK ÇALIŞARAK HARCAMIŞ OLMAM! O sürede tam 6 film izleyebilir, kim bilir kaç tane kitap okuyabilirdim.
Ve sınavım bundan daha kötü geçmezdi :/ Geçemezdi yani.

Olaya iyi tarafından bakarsak eğer, sanırım dördüncü soruda çarpanlara ayırmaya yeni bir bakış getirdim. Sonucum doğruysa matematikte devrimsel nitelikte bir hareketin öncüsü olacağım. John Nash gibi meşhur olurum belki, 'Kelime Oyunları' diye biyografik filmimi çekerler filan. -off.. bir anda gelen kötü espri. kendimden utandım. ibret olsun diye de silmiyorum. belki meb feyz alır.- Olamaz mı? 12 saatten fazla matematik çalışıp da zayıf aldıktan sonra her şeye inanabilirm artık. Mesela bana MJ ölmedi desen inanırım. Ya da ne bileyim, 'Arabam yok, unicorn kullanıyorum.' desen 'Vaay, ne renk?' diye sorabilirim. Olabilir yani.

Ve son olarak, öğrenci dostlarım.. O şemsiye açılıyormuş efendim. Tecrübeyle biliyorum, bayağı açılıyormuş yani. Kanmayın bu züğürt tesellisine.

Haydi esen kalın gönül dostları. xo xo

Ne İş Olsa Yaparım, Sponsora İhtiyacım Var!

Merhabalar benim en muhteşem okurum. Steve Jobs'un öldüğü şu gün -feysbuk hesabım olmamasına rağmen- ortalıkta gezen 'Gitti yıvrım, daşş gibi dahi gitti.' paylaşımlarından bunaldığımı belirtmemem zevzek kimliğimle örtüşmediği için bir koşu bu görevimi yerine getiriyorum.

Şu sabaha kadar Jobs'un kim olduğunu bilmeyen sevgili gönül dostları, lütfen ama lütfen bir hafta süreyle muhteviyatında 'apple', 'ipod', 'iphone' gibi tematik
kelimeler bulunan cümlelerden sakının. Daha bu sabah gözü dönmüş bir kızın, gözü yaşlı bir gönül dostunu, sırf keder dolu cümlesinde bulunan mini mini bir mantık hatasından dolayı toplum içinde ve dahi yüksek sesle küçük düşürdüğüne şahit oldum. Etmeyin eylemeyin.

Oh, 'ağzım var konuşurum' faslı da bittiğine göre sadede gelebilirim. Her ne kadar bir Wizard of Woz hayranı olsam da, öteki Steve'i daha sevilir bulsam da ben de çok üzüldüm efendim. Ama ölenle ölünmüyor ki. Olmuyor yani, doğanın kanunu sonuçta; değil mi efendim! -burada hıhıı, pek tabii, of course mealinde kafa sallamalar olsun istiyorum. olmadı bir dakikalık headbang. yani sonuçta ben de gazla yazan bi insanım. bir çoşku gelmeli ki yazayım değil mi.. evet, çoşku. yanlış yazdım ve düzeltmek zor geliyor. ve bir evet daha, onu düzeltmek zor geliyor ama hakkında birkaç cümle yazmak kesinlikle zor gelmiyor. şurada iki lafın belini kırıyoruz ki bu da bana pek egzantrik, pek maceralı bir eylemmiş gibi geliyor.- Kısa çizgiler arasında boğulmama dair bir şey söylemeden Jobs hakkında üzülüyorum şu anda.


Velhasılı kelam dear okurcuğum, Steve gibi Jobs gibi bir insanın yeri kolay doldurulmuyor. -jobs ne saçma bir soyadı aslında. he benim soyadım çok mu mantıklı? ata mesleği sonuçta, bir şey diyemiyorsun.-
Ama ben, pek değerli blogger'ınız, evinizin Geveze'si olarak bu işe talibim. Balıkçı yaka siyah kazaksa, balıkçı yaka siyah kazak. Kot pantolonsa, kot pantolon. Gözlükse gözlük. Kambur duruşsa kambur duruş. Ukalalıksa ukalalık. Gaza getirme potansiyeliyse gaza getirme potansiyeli. Elli kollu konuşmaysa, elli kollu konuşma. Hin fikirse hin fikir. Bill Gates'ten hoşlanmamaysa Bill Gates'ten hoşlanmama. Pazarlama dehasıysa pazarlama dehası. -ipin ucunu kaçırmaysa ipin ucunu kaçırma.- Külliyatı bende mevcut.
Şimdi soruyorum, benden de pek ala bir Steve amca olmaz mı? Oluur. Yani tamam, CV'si benimkinden ÇOK ama ÇOK daha parlak, boyu benden ÇOK ama ÇOK uzun, teknik bilgi muhabbbetine de girmiyorum zaten. Ama neden olmasın ki? Yani, neden?
CV'lerin çağı bitiyor bence. Bir beş yıla CV filan kalmaz. Boya da takılmamak lazım. Ve koskoca epıl'ın Steve Jobs jr.'ı da teknik ekipsiz çalışmaz.

Ortada sorun kalmadı bence.

Ki iddia ediyorum, yaşayan hiçkimse Apple ürünlerini benim kadar iyi pazarlayamaz. -gelecek yazı dizimde de bu iddiamı kanıtlamayı planlıyorum zaten.-
İşbu sebepler yüzünden öncelikle Apple'a, gerekirse HP'ye, Casper'a, Toshiba'ya, olmadı Samsung'a, Nokia'ya filan sesleniyorum. Hiçbiri olmadı Microsoft olsun, ona da sesleniyorum.
Çok kalifiye bir elemanım, hayatımda ilk defa diyet müessesesinin içinde olduğumdan büyük bir ciddiyetle az yiyip içiyorum şu sıra, az uyumayı alışkanlık haline geitrdim. Çok çalışırım, çok konuşurum. Verimli çalışırım, kendi çapımda yerel bir dahi sayılırım. Etnik kökenim Çerkes,
Yörük, pek karışık olsa da bir parça Kayserili oluşumdan şüpheleniyorum. -etnik demişken aramızda otuza saltık esnik dörsun'u bilmeyen var mı? mümkünse kalmasın.- Home office olur, bildiğin normal kübikli neyin office olur; ayırt etmeden çalışırım. Sigorta istemem, -ananem çok pis baktı burda, hadi şey diyelim.. ımm.. sigorta konusunda pazarlığa açığım. hıh, bu oldu.- ücretim kesinlikle yüksek değildir. Servis istemem, öğle yemeği istemem, kahve neyin istemem.

Ne iş olsa yaparım. İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Türkçe çapraz, atlamalı zıplamalı çeviri yaparım, sokağa iner halkın nabzını tutarım, ellerine apple ürünleri verdiğim tiki gençleri lise çıkışlarında sokağa salarım -ki bu muhteşem bir pazarlama taktiği olmasına rağmen hiçkimse tarafından kıymeti bilinmiyor. patenti bana ait.- Yeni ürün geliştirme çalışmalarında faal olurum. şirket çalışanlarını kaynaştırırım. Ya işte başta da söylediğim gibi ne iş olsa yaparım.

Aranılan elemanım yani. Tek istediğim taksitle ya da tek seferde 5000 - 5500 türk lirası.
Ki onu da hayli güzide bir amaç için istiyorum.
Ha bu şirin şey için istiyorum. Tek kaygım sanat. Şimdi bu muhteşem, süpersonik, objektifi değiştirilebilir, 4 kapsüllü dahili mikrofonu olan, bionz işlemcili, optical steady shot'lı, harikuleyt Sony NEX-VG20EH benim olsa. Bir iki de filtre alsam.
Dünyanın en mutlu Geveze'si olurum.
Filmlerimi çekerim.
Festivallere yollarım.
Ödül almayı beklemem ama mutlu olurum.
Kameracığıma sarılıp uyurum.
Bana sponsor olana duacı olurum.


Tekliflere açığım. Çeviri konusunda da iddialıyım. 'Kapağı güzel olsun, Modigliani gibi olsun da kitap satsın, içinde meymenet yok zati' kategorisindeki kitaplar için de kapak resmi çizebilirim pek ala.
Ama yok, ben muhteşem hayırseverlikte bir insanım, sanata katkıyı bir borç bilirim, Geveze sağlığıma duacı olsun isterim, diyorsan da ulaş yani bana.
chatty_cat@windowslive.com


Son olarak, rest in peace Steve beyamca. Özleyeceğiz seni de yahu.

Grip Oluşumun Bile Sanatsal Bir Yanı Var

Ressamların güzünde ağlarken gülen renkler, yazarların güzünde kaybolmuş ve kaybetmiş karakterlerler, şairlerin güzünde özleyen, hüzünlü aşıklar olur. Benimkisindeyse grip var.

Çoğu insan güzün gelişini takvimden öğrenir, benimse romatizmalı teyze dizleri gibi bademciklerim var ki istisnasız her güz bana haber verirler. Hapşırırım, tıksırırım, öksürürüm ve burnum akar. Ateşim çıkar, kafamın içini mesken etmiş pervasız filler salsa yapar.
Aferin içerim. -ki bende muhteşem kafa yapar. yani öyle böyle değil, duvarlarda dans eden pembe ejderhalar görüyorum.- Sonra da acayip uykum gelir, döne döne uyurum. Uyurken kendimden geçerim, saatlerce uyurum ve belim, sırtım, boynum ağrır. Ne oturabilirim ne yatabilirim.

Hepsine uslu uslu katlanıyorum ama burnumun akması beni deli ediyor. Böyle hastalığın ızdırabını, böyle tıbbın devasını sevgiyle anıp burnumu aldırmaya karar veriyorum her güz. Alıversinler, yerinde hoş bir düzlük kalsın istiyorum. Zaten pek matah bir şekli yok, koku alma konusunda da bir tazı kadar iddialı değilim; alıverin de kurtarın işte beni. Bir çeşit ötenazi gibi.
Ama yoooğk efendim, lazımmış o burun bana. Hayır bir gün dellenip evde "Çok Keyifli Bir DIY Projesi: Burnunuzu Sökün, Yerini Dümdüz Yapın!!" gibi hoş bir işe girişeceğim, şu kadar kaldı! -burada sağ elimin işaret ve baş parnaklarını birbirine o kadar yaklaştırıyorum ki, aralarındaki hava moleküllerini tutabiliyorum.-


Geçen salıdan beri hastayım efendim, mahvoldum. Perperişanım. Duşta ağlasam, fayansları yumruklasam yeri. Bu havada trikolarla geziyorum. Burun kanatlarım kıpppkırmızı oldu, es kaza oyuncu olmaya karar versem mafyalı, estetik operasyonlu, intikamlı dizilerde oynayamam; o denli yıprandılar.
Kırk yıllık sigara tiryakileri gibi öksürüyorum, öyle bir aşka öksürüyorum ki bir hafta daha bu tempoyla gidersem six packlerim olacak.
Gözlerimi yerinden çıkartmaya çalışan, sırtımda iğne topuklu Louboutin giyerek gezinen, boynuma oturan, kulaklarımda zıplayan, belim civarlarında bale öğrenen, omuzlarımda hulahop çeviren fillerin -cümlenin başını ilgiyle okuyup buralara kadar geldin dear okur. şimdi rica ediyorum tüm bu eylemlerin filler tarafından yapıldığının bilincinde, bir kere daha en baştan oku.- kararlılıkla bana zarar vermek için harcadıkları bu enerjiyle New York'un, hiç de olmazsa Manhattan'ın bir haftalık enerji ihtiyacını karşılayabileceğimizi iddia ediyorum. -burada da fillerin hamsterlar gibi bir çarkta koştuğunu hayal et dear okur. kimisi pisi pisi, tütüyle; kimisi Louboutinlerle. yani ben ve duvardaki pembe ejderhalar çok eğlendik, belki senin de hoşuna gider diye şeettim.-


Tüm bu olaylara iyi yanından bakarsak eğer, sesim çok tuhaf oldu. Yani bir değişik, bir hoş oldu. Kendi kendime sürekli şarkı mırıldanıyorum. Pavarotti filanmışım gibi bir havalardayım. Geçenlerde utanmadan Rusalka'dan bir şeyler mırıldandım, o kadar burnum büyüdü.
Bence çok da iyi çok da güzel oldu sesim. Pekala albüm yapabilirim, "Garage rock ekolündenim aslında. Snif snif." demek suretiyle de hühüüüv, popi olurum. Hatta Arabesque diye albüm yapsam bile tutar. Ama yapmıyorum, neden, çünkü entellerin arabeski sahiplenme şampiyonası sona erdi de ondan. -karikatürlerden de espri yürütmem çok pis bi şey değil mi. bence öyle yani, ayıp bu yaptığım.-

İşte böyle kendi kendime şarkı söyleyip mutlu olurkene geçen gün, serviste Zaz'dan les passants dinledim. -zaz da ne popi oldu, accayip popi oldu. aman yarabbi, çok popi oldu. eveet, 'popi', lugatıma yeni giren bir kelime ve insafsızca kullanıyorum.- -popi: popüler demek işte. "vurun türkçe'ye" akımından.-
Eve gelince mırıl mırıl "passe, passe, pasera / la dèrniere restera" (geçecek, geçecek, geçecekler / en son geçen kalacak geriye) derken fark ettim ki ben aynı bir Zaz'ım. Evet efendim, gırtlaktan gelen pürüzlü sesim, boğaz ağrısından titreyen r'lerim, çirkin Fransızca aksanımla pek ala bir Zaz'ım!


Nakarat kısmı tekerleme gibi, müthiş hoşuma gitti. ''pas pas paseğraaaaa, la dernieğvre vğresteğaa'' diye diye gidiyorum, haydi sana da iyi dinlemeler dear okurcuğum.


-burada da lirik + türkçeye çevirisi var. :PE-

Delicesine Bir Mutluluktur Gidiyor Ahali, li li li

Merhaba en sevdiğim okurum. Var ya muhteşemsin sen. Harikasın, tek kelimeyle mükemmelsin. İyi ki varsın yahu, süpersoniksin.

Off, o kadar mutluyum ki daha da methiyeler sıralarım sana. Hani karma is a bitch diyenin ağzına terlikle vururum, karma is a saint!! Bütün dünya duysun ay lav yu karmaaa!! -suyunu çıkartmadan bırakmıyorum fekatt.-

Son birkaç gündür öyle muhteşem şeyler geliyor ki başıma. -beynim adeta bir çöplük fekat. çağrışımlar filan.- Hayatımda ilk defa KARTLARDAN KULE YAPTIM YAAA! OMG YAPTIM BUNU RESMEN! Ellerimin titrememesi ayrıca gönendirdi beni. Muhteşemim yahu. Koccaman bir kule yaptım.


Sonra pek sevgili arkadaşlarımı görmek için Aydın'a gittim bugün. Hayatımda ilk defa tek başıma yolculuk yaptım ki o da ballandıra ballandıra anlatılcaklar listesinde bekliyor ikinoktaüstüstePe.


Ve dahi yaz başından beri karnımı ağrıtan büyükçe bir mesela çözüldü. "Eşit ağırlık istiyorum beğan!" diye inatla anadolu lisesi yazdım tercihlere ama bilmiyordum ki İzmir'in ens ayısal sapığı anadolu lisesine düştüğümü. İlk hafta öğretmenler bir klasik olarak herkese "Ne olcağn genş?" diye sorduğunda sırayla şu cevapların verilmesinden kıllanmalıydım aslında...
-Mühendis.
-Doktor.
-Mühendis.
-Doktor.
-Müüendis.
-Doktur.
-Estetik Ceeerrah. -estetik bir cerrah olmak isteyen bir arkadaş. off iğrencim... yaşatmayın beni ya, şu yaptığım resmen espri terörü.. off, korkunçtu.. ben bile tiksindim.-
-Müüendiz.
-Müyendiz.
-Miyendiz.
-Doktur.
-Miyendiz.
-Dohtur.
-Tohtor.
-TabiB!
-Kimyager.
-CSI'cı.
-Baytar.
-Beyn Cerraaa.
-Miyendiz.
-Tohtor.
-Yönetmen!
hep birlikte: HÖNK?!

Resmen basiretim bağlanmış.. Ama sene sonunda müdür yardımcısı "Yeterli sayıya ulaşılmazsa TM sınıfı açılmayabilir. Sizi başka bir okula yollarız ama yine BAL mezunu olursunuz.." dediğinde acayip açıldım, uykudan uyandım. Hayatıma bir mana geldi adeta. Yaz boyunca içim içimi kemirdi desem yalan olur, tatile Yunanistan'a gidince yandı dertleeer bitti tasaaa ben kurbanım bu kos'aaa. -anneler için espri..- İşte bir eller havaya yeyoeeyeee durumu oldu. Derken geçtiğimiz haftaya bir flash back yapıyoruz. Okulların açılmasına şuncaacık kaldığı kafama dank ediyor. Ve mideme kramplar girmeye başlıyor. Şimdi o kramplar esnasında beynimin inanılmaz bir hızla çalıştığına şahit olman için burnumdan kafamın içine giriyoruz...

"Hayır başka okul dedikleri Yunus Emre bişey lisesi, adını duymadım daha. -aslında izmir'de st. jo, aci, bal, atatürk ve türk koleji hariç hiçbir okulun adını duymadım. şaşırtıcı bir olay değil yani. ben asosyalim, cahilim.- 3 yıl orada okuyup da kendime BAL mezunu dedirtmem yani. Ayrıca 'ın okulumun korusu yeter beaa heheheeey. -ne çok nida kullandım bu yazıda değil mi?-
"Oraya gitmem, ı-ıh. Atatürk? Yer yok orada.. Türk Koleji? Sevemedim orayı da. Hem ne artısı olacak bana? St. Jo'ya geçsem? Hazırlık okumadım, namümkün.. aci'in hazırlığını geçebileceğime iddiaya girebilirim. Ama onun da yıllığı çok fazla. 4 yıllık aci parasına le cordon bleu'de okurum ki bleu aci'dan daha muhteşem ve saygın bir okul..
"Sayısala geçip BALa kalsam.. Müyendiz olmam. Dohtur da olmam. E ne olacağım? Mimar? Eheheh ay lav ted mosby ama hayır, orada da çok sayı var. Beni bozar..
"Öff ne yapacağım ki ben yaa... TM sınıfı açılsın inşallah amin."

Karnım o kadar ağrıdı ki mide duvarlarımı filan sindirdim sandım sıkıntıdan. Bir Geveze klasiği olarak çok deli stres yaptım ve olaylar hayal edemeyeceğim bir muhteşemlikte gelişti. 14 kişilik şipşirin TM sınıfı açıldı. yuppii!


Ve dahi FD konserine gittim. Resmen Feridun Düzağaç'ı parfümünün kokusunu duyacak kadar yakından dinledim. Eheh, bi ara da göz göze gelmiş olabiliriz. Heheeey! Neyse, bunu da ballandıra ballandıra anlatacağım.


Son olarak, belki de en güzeli en harikası...
Biz Ankara'dayken, annemin tiyatrodaki arkadaşlarından biri bana süpersonik resimli, kuşe kâğıda baskılı öykü kitapları göndermişti. Puşkin'in, Gogol'ün filan hikayelerinin sadeleştirilmiş versiyonlarıydı ki onlara ba-yı-lır-dım! -itinayla sakladığım çocukluk kitaplarımdandır kendileri kalpkalpkalp.-
Geçen gün de D&R'da Gogol'ün Petersburg Öyküleri'ni görünce nasıl sevindim, bağrıma bastım anlatamam. İçinde o çocukluğumun Burun'u vardı! Ama dört parfüm, bir rimel, üç albüm, bir çift ayakkabı ve bir çift eldiven aldığım için kendimi durdurdum. -o gün ne alışveriş yaptım ama ya.. güzel alışveriş yaptım yani.- Ekonomi yaptım ki çok sık yaptığım bir şey değildir.
Derken dün annem bu örnek tavrımı duyunca acayip duygulanmış, Isla Fisher'ın Confessions of a Shopaholic'indeki gibi bir insan olmayacağıma karar kılmış olacak ki gidip bana Petersburg Öyküleri'ni almış.
Ya benim annem dünyanın en harika annesi yaa.. Of, yirim onu ben.

O Burun'u nasıl bir zevkle okuduğumu tarif etmem sanırım mümkün değil. Her bir paragrafta gözümün önüne öykü kitabımdan sayfalar gelmesi şimdiye kadar tattığım en güzel duygulardan biriydi. Palme D'Or almak gibi bir şey.




Yaa işte böyle. Çok mutluyum bu aralar. Hani pazartesi de yeni sınıfımla tanış olur da onlarla kaynaşırsam, bir ay boyunca dünyanın en mutlu insanı olacağım. Ola ki Mösyö Mystery'le de -okuldan bir eleman. bro'yla ona verdiğimiz mahlas bu. komik bi maceramız var onunla da ilgili. off anlatılacaklar nasıl da birikti böyle ya. ödevelrimi pazar gecesine bırakmışım gibi hissettim.- tanışırsam daha güzel şeyler gelemez başima. -bi de bunu deneyelim: daha güzel şeyler bulamaz vuku!-
Kendine iyi bak en kıymetli okurum. Ben çok mutluyum, sen ultra çok mutlu ol. Acccayip mutlu ol.

inanilmaz mutluyum su anda!


Birinci fotografi ceken kamera kendinden utanmali. Ikinci fotografi ceken sahis da bir su terazisi edinmeli. Ama -cok afedersin dear okur- esssek kadar canon'a alisinca elcagizim, telefonu kavrayamiyor ve dahi titretiyorum. Bu ufak detaylar bir yana, su gordugun -her seye ragmen- bir sanat eseri. Fotografik olarak degil, olaya sanki bir enstalasyonmus gibi bakinca takdir ediyor insan.

15 senedir bunu yapmaya calisip da basarisiz oldum. Ama su an var ya, dunyalar benim. Nevroz nevroz guluyorum, HELELELEEEEY mutluyum ya ben.
Bu arada FD gormus bi insanim ben. Hem de en onden. neyse, bu muhtesem mutlulugumu da baska bi postta anlatacagim.
SORU: Niye turkce karakter yok bu yazida?
CEVAP: ilk defa sevgili telefonumdan yazi yaziyorum bloguma. heleleleeey.

Eski Bir HBÇİKMİ Adayının Hıçkırığı: Bitki Çaylarını Koklayarak Seçmeyin!!1!

Daha önce bahsetmedim sanıyorum ama bitki çaylarıyla aramdaki ilişki neredeyse çikolatayı kıskandıracak seviyede. Yeşil çay hariç içemeyeceğim çay yoktur dünya üzerinde. -yeşil çay ne kadar korkunç bir şey öyle yahu. yani hakikaten fena. aman yarabbiii, ibretlik bir fena.- Öylesine bir çay oburuyum. Kleopatra olsam çay banyosu yapardım, o kadar yani. -bir anda çirkinleştim fekat.-

Sırf bu namım için yeşil çayın bitki çayı sayılmaması adına pek çok eyleme imza attım. -eylem dediğim de bir dizi homurtudan oluşan kuru gürültü.- Sayın çay üreticileri bu malum renkteki içeceği farklı bir klasmana yönlendirselerdi 'Her Bitkinin Çayını İçebilecek Kudretteki Muhteşem İnsan' olacak, üzerinde 'HBÇİKMİ' yazılı çay kupası baskılı t-shirtten oluşan süper kahraman üniforması giyebilecektim. -hemen her cümlede 'çay' demem bir vakit sonra kontrolden çıktı. ama kendimi durduracak değilim.-

Muhteşem olacaktı yahu dear okur, HBÇİKMİ öyle herhangi bir sıfat değil zira. Düşünsene, biçimsiz burunlu bir tip yerine bir süper kahraman sana iki üç paragrafta bir 'dear okur' diyecekti. Huuuhuv. -senin yerinde ben olsam burada çok heyecanlanırdım. evet.-


Ama son birkaç günde yaşadıklarımdan sonra bu ulvi amacımı -dünya barışı değil yahu, HBÇİKMİ olmak- rafa kaldırmak zorunda kaldım. Çünkü.. Çünkü... -hıçkırıyorum burada. flaş tivi'deki seyirci teyzeler gibi gözlerim doluyor. kıpkırmızı burnumu çekiyorum gürültüyle.-
..yeşil çay kendine habis bir ortak bulmuş. Evet, artık içemediğim tamı tamına 2 tane bitki çayı var! -hıçkırık. burun çekme efekti.-

Hiçkimseyi suçlamıyorum aslında, geçen gün marketteki çay reyonunda tazı gibi gezinmeseydim böyle olmayacaktı. Pek kıymetli ıhlamurlarım bittiği ve yeni bir şey denemek istediğim için kokusuna bayıldığım bu kayısı çayını almayacaktım ve midemi harap etmeyecektim. Algım bir parçacık açık olsaydı paketin üzerindeki 'form çayı' ibaresinden etkilenip dehşetle bir adım geriye sıçrar, başka bir şey alırdım. Ama kısfmet işte. Gittim ve kayısılı form çayı aldım. Kokusu hakikaten muhteşem yalnız. Koklamaya kıyamam benim güzel manolyam. Herneyse, burada bir karalama kampanyasının ortasındayım, iltifata yer yok.

İlk içtiğim günkü korkunç mide ağrısını yediğim 9 un kurabiyesine yordum. Sonraki gün de kurabiyelerin lanetinin peşimi bırakmadığını düşündüm. Daha sonraki gün içimde ufak bir şüphe uyandı ama bastırmasını bildim. Yüksek miktarda su kaybından başımın döndüğü gün annemin bağırsaklar ve kayısı efektiyle alakalı komplo teorisine kulak asmadım.

Derken gözlerimi odaklayamayıp da kapıyı ıskaladığım ve kasasına omuz attığım gün -sanırım 6. gün filan oluyor.- beynimeki temassızlık sorununu çözdüm ve gerçekleri görmeye başladım. Nnnalet kayısı çayı yüzünden nnnadeta kurumuştum. Bağırsakcağızlarım -bu kelimeye ne yaparsam yapayım sevimli bir hale gelmiyor, gelemiyor.- perperişandı.

Ve kutunun kapağını çarpıp çıktım. Bu ilişki böyle yürümezdi dostum. Sorun bende değil ondaydı. Ben ona güvenmiştim, onu sevmiştim. Ama o beni hasta etmiş, bununla da kalmayıp HBÇİKMİ olma hayallerimi yıkmıştı. O son kupayı içmeyecektim. Bir daha beni aramasındı, karşılaştığımızda yolunu değiştirsindi! Hepsi aynıydı işte, bilmeliydim ona güvenemeyeceğimi! HIÇK!!!

Artık hergün bir şişe Türk Kızılayı Doğal Zengin Mineralli Su a.k.a. Doğal Maden Suyu içiyorum. Kaybettiğim mineralleri kazanmama yardım ediyor olabilir ama kırık kalbim üzerinde hiçbir işe yaramıyor azizim.

Velhasılı kelam, kendine iyi bak dear okur; form çaylarından uzak dur, bitki çayını koklayarak seçme. Ve unutmadan, hastalığım sonucu askıda kalan bayram yazımı bekle ikinoktaüstüstePe.

Hey Tiçır, Buralara Buralara Yaz Günü Smoke on the Water!

Bugün burada bulunuş gayem, size gıda zehirlenmesinden ölmüş bir ruhun ibretlik efsanesini anlatmaktan başka bir şey değildir..
-dumanları şeedersek burada.-
O ruh ki sizi uyarmak için bugün bloguna dönmüştür.
-dıpıtıstıs. duman lütfen!-
Zamanın ve diyarın birinde -ki merak edenler için son dört gün, izmir- kendini dünyanın en sabırlı insanı zanneden zavallı Geveze'cik görünen o ki yanılıyormuş. Alkışlarla Yaşıyorum'da dolanan bütün o korkunç Çinli -ya da Japon ya da Koreli, herkimse onların- videolarını sonuna kadar izlemek ve manyak arkadaşlara sahip olmak yeterince sınayıcı değilmiş..

Asıl sınayıcı olan, dostlarım, zavallı Geveze'nin son dört gündür yaşadığı kabusmuş..
Birinin ahını almış olduğundan şiddetle şüphelendiğimiz kahramanımız çarşamba gününü odasında, kendi kendine eğlenerek -'bakalım en fazla kaç bölüm himym izleyebiliyorum arka arkaya? ahihohoh, çok eğlenicem. löl.'- geçiredursun, yaklaşık 2,5 metra kadar üstünde bir başka ruh, varlık, sabır sınayıcı, kısaca Üst Kat, eline bir gitar almış. -'asuahasasuhahah ben şimdi eğlendiricem seni. iiiiiiiiiiiihahasuasahaha.'-

Güzide rock eserimiz, kültür mozaiğimizin bir parçası, eline gitar alan her 'akdeniiğz akşamları' insan evladının la minörden sonra çalmaya çalışacağı Smoke on the Water'ın ilk birkaç akorunu çalmaya çalışan Üst Kat, fena hâlde başarısız olmuş. Ama yılmaya niyeti yokmuş, azimle yeniden denemiş. Yeniden. Yeniden. Yeniden.

Dıp dıp dııııııp dıpdıpdırııı dıp dıp dııııııp dıııı rıııı şeklinde kodlayabileceğimiz -evet gitar çalamıyorum!!!1!- bölümün 'dıp dıp' kısmını çalıp da 'dııııııp' kısmına ulaşamamadaki kararlılığı hayret vericiymiş.

---CANLANDIRMA---
"Dıp dıp dıı.. Hay allah nereye basıyoduk şimdi? Dıp dıp dııı.. Ay yine kaçırdım. Dur bakayım, dıp dıp dııııııptstsf. Tam da olmuştu yahu.. Dıp dıp dıp dıp dıbı dıbı dıp. Solo atabiliyorum aslında ben. Dıdıtıdı dıp dıp dııııp dıtıdı. Böyle de güzel aslında he. Deep Purple olucak insanmışım beaa! Dirırıröraradııııııııı. Vays, yetenek on the floor.. Dıpdıbı. Dıp dıp dıııt. Dıt. Dıt. DIT. Dıt. Bi' şe' oldu gitara. Ohannesburgerking, bi' şe' oldu gitara!!"
---CANLANDIRMA---

Üst Kat denemiş, çok denemiş şarkıyı düzgünce çalmayı. Birkaç saat denemiş. Hatta yüksek sesle denemiş. Denemiş yani. Sonra ne olduysa sesler kesilmiş. Geveze sabırlı insan, hoşgörülü komşu olduğu için bir yerden sonra takip etmeyi bırakmış çünkü. Zaten vakit de gündüzmüş, ne isterse yaparmış Üst Kat. Hohoy, geniş insanmış Geveze.

Derken aynı akşam aynı üst kat aynı gitarı aynı eline almış. -sanki 'aynı kelimesini yeni öğrenmişim de cümle içinde kullanırken çok heyecanlanmışım gibi oldu değil mi?- Fekat şaşırtıcı bir ilerleme gösterip dırıı kısmına kadar gelmiş...

---CANLANDIRMA---
"Hadi bakalım, olucak bu sefer. Elime kuvvet, hadi bakalım. Başlıyorum, başlıyorum. Evet. Dıp dıp dııııııp dıpdıp.. Eee, şimdi nooluyodu? Dıp dıp dııııııp dıpdıp... Dıp dıp dııııııp dıp... Hay aksi.. Dıp dıp dııııııp dıpdıp dııp dııp dııp. Böyle değildi sanki?"
---CANLANDIRMA---

Kahramanımız o akşam için tahammül sınırlarına geldiğinden elinde kitaplarıyla odasını terk etmiş. Ertesi akşam Üst Kat yine eline gitarını almış. Bir üstteki ---CANLANDIRMA--- kısmını tekrar ve tekrar yaşamışlar. Ama Geveze pek takılmamış, yanında pek sevgili misafiriyle internette çok eğlenmiş çünkü.

Sonraki zavallı akşam Üst Kat bir cover yapma kararı almış. Geveze de elinde kocaman bir bardak Fanta'sıyla minderine kurulmuş. Her 'dııııııııp' sesinde bir yudum içmek suretiyle koca bir şişenin dibini bulmuş. -şişe yarımdı ama olsun, midemde delikler var artık.-

Ve nihayet bu sabah, o kırılası gitar yeniden ortaya çıkmış. Smoke on the Water ile başlayan sınama süreci ne idüğü belirsiz bir şarkıyla devam etmiş. Ne yazık ki sabırlı insan Geveze, agresif insan Geveze'nin kulakları tarafından hunharca boğulmuş.

Kahramanımız neredeyse beline kadar gelen devasa amplifikatörleri bilgisayarına bağlamış ve sevgili Üst Kat'ı Deep Purple'la tanıştırmış. Peki işe yaramış mı? HAYIR.


Evet dear okur, Üst Kat hâlâ gitar çaldığını sanıyor. Artık duvarlara kafa atma evresine geldim. İşin fenası annem elinde buhar zımbırtısıyla temizlik yapıyor ve ben odama hapsolmuş durumdayım. Ola ki gelecek bir hafta içinde benden haber alamazsanız bilin ki pencereden atlayıp İzlanda'ya kaçtım..


Başlık ne öyle?

Serdar Ortaç - Another Brick in The Wall | alkislarlayasiyorum.com




Smoke on the Water kim? Deep Purple ne?



Teoman Şimdiye Kadar Sevdiğim En Büyük Yalancıdır! Ve Ben Lanetliyim..

Teoman'a açık, net, agresif, atarlı bir mektuptur bu okuyacağınız...




Sevgili Teo,
Teo diyorum, bozulmazsın herhalde. Ya da bozul yahu, benim kadar bozulamazsın istesen de.. Evet efendim, o kadar iddialıyım bu konuda. Zira lanetli bir insanım ben.
Evet evet, bayağı lanetliyim. Yo hayır, yanlış anladın; New York Times çoksatarları cinsinden bir lanet değil benimkisi. Az biraz sanatsal az biraz mistik..

Geveze'yim dediğime bakma, aslında asosyalin ve dahi sosyal özürlünün tekiyim ben. Kitaplarla arkadaşlık ediyorum, konuşmak yerine yazıyorum. Pencereden kafamı uzatmak yerine çizik bir DVD'den seyrediyorum hayatı. Dinlediklerimse notalardan ibaret.
Bunları niye mi anlatıyorum? Bardağını doldur da dinle yahu, 15 senedir ben seni dinliyorum durmaksızın, şimdi sıra sende...
Evet, ne diyordum? Sanat.. İşte bu yüzden sıradan insanları sevmedim ki ben, kaale almadım da.. Sıradandılar işte; benim gördüklerime bakmıyor, dinlediklerimi duymuyorlardı.



Birlikte Play-Doh sihri yapabileceğim bir arkadaş yerine bana masallar anlatan arkadaşları seçtim. Önce Gogol'le tanıştım sanıyorum, Burun'uyla.. Evet dedim, bu adamla konuşmalıyım! Ama öğrendim ki aynı yüzyılda bile yaşamamışız hacı.
Sonra sanıyorum On İkinci Gece'siyle Shakespeare geldi. Hay aksi, onunla da sohbet edemiyordum! Adalete bak!
Derken Mick Jagger, John Lennon, Nietzche, Edith Piaf, Tolstoy, Freud, Kubrick, Pasolini, Dante, de Sade, Kafka... Sevdim hepsini ama dedim ya, yıl farkıyla kaçırdım.. Yani ne eksiğim vardı Milena'dan, bir deyin bana?!

Sonra Salinger'ı keşfettim, Marquez'i, Alan Rickman'ı, Bob Dylan'ı ve Amerikan aksanınla seni. Kararlıydım; siz ölmeyecek, sanatı bırakmayacak, alzheimer olmayacaktınız çünkü benim sanatçılarımdınız. Ben de ısrarlı bir hayran olarak hepinizle tek tek tanışacaktım, ve dahi konuşacak, kaale alacaktım. Hoş manzaralı bir yerde karşılıklı oturacaktık, şundan bundan, sanattan felsefeden konuşacak; adeta demlenecektik.


2010 ne uğursuz, lanet olası -bak amerikan küfrü ettim, bence sevimli oldu.- bir yıldı yahu! Salinger'ım, Chabrol'üm, Éric Rohmer, Blake Edwards, José Saramago, Jean Ferrat, Dio.. Pervasız bir sayı tarafından katledildiler. Hepsi birden! Yani oha demek geliyor içimden ama şu açık mektubun elit havasını bozmak istemediğim için tutuyorum kendimi.


En sevdiklerimi kaybetmiştim, galiba lanetliydim.. Kimi çok sevsem ya aramızda yüzyıllar oluyordu ya da gözümün önünde, henüz benimle tanışamadan, sorularımı cevaplayamadan ölüyordu. Bu haksızlık değil de neydi sevgili Teo?


Ama içimdeki Helen Keller dur durak bilmiyordu, dedim ki 2011 böyle olmayacak. En azından bir Teoman konserine gideceğim, kulisi işgal edeceğim; bir Alan Rickman oyunu izleyeceğim Londra'da, yazmaktan vazgeçme kararından dönen Marquez'i Ciudad de Mexico'da basacağım, Quentin Tarantino'yu zorla bir bara sokup fıkra anlattıracağım, Feridun Düzağaç'ın fularlarından birini çalacağım. Ömür kısa, yeşil pasaportum var, annem Mardin'den döndü.. Şartlar iyi gibiydi. Uhuuuv, bir heyecanlandım ki sorma gitsin.


Sonra öğrendim ki birileri utanmadan arlanmadan müziği bırakmış! Sen var ya Teoman, sevdiğim en büyük yalancısın! Evet, büyük harflerle de yazabilirim; YALANCISIN!


Röportajlarında kendini roman yazarlarına yakın hissettiğini, onların sanata daha yakın olduğunu söylemekle, bir çeşit şair olduğunu iddia etmekle sanatçı olunmuyor tamam mı beyefendi. Sen bir söz verdin, daha ilk albümünü yaparken hem de. Teoman'ı 1996 yılında, benim doğduğum muhteşem yılda çıkartman bence bir tesadüf değildi, oturur Devlet Bahçeli hesabı bile yaparım bunun üstüne.


Farklıydın tamam mı? Salinger seviyordun yahu! O kadar çok şey okudum, dinledim ve izledim -tamam o kadar da çok değil, burnu büyüklük yapmayayım- ama kimseden 'Kayıp bir bavul gibiyim havaalanında/ Ya da boş bir yüzme havuzu sonbaharda...' gibi bir cümle duymadım.





Tamam, biraz düz mantık biriyim; çok da duygusal sayılmam ama sanatı ayırt edebiliyorum çok şükür.


İşte bu yüzden seni de kişisel 'Hall of Fame' sanatçılarıma dahil ettim, dinledim ama dinlettirmedim. -evet bencilim, çok sevdiğim filmleri kimseye tavsiye etmem, çok sevdiğim şarkıları kimseye dinletmem. çünkü onlar benim, bana özel. hoşlanmıyorum paylaşmaktan.-


Yahu Balans ve Manevra gibi bir film yaptın da sesimi çıkarmadım, fan'ın olmaktan vazgeçmedim. bu muydu karşılığı? Müziği bırakmak nedir Teo'cum yahu, NEDİR?!!!





Bundan böyle her yıl ayrı bir heyecan yaşayamayacak mıyım ben? 'Teoman ne yapacak acaba?' diye düşünme hakkımı benden alıyor musun yani? 'Bu sefer annemi ikna edip konserine gideceğim.' de diyemeyeceğim?





Hani sanat uzun hayat kısaydı? Bitirdin mi şimdi müziği? Pis yalancı. Yalancısın işte tamam mı, hep var olacaktın benim için, söz vermiştin oolum ya! Nedir şimdi bu Bob Dylan tripleri? Ergen olan benim yahu, odaya kapanma ve kimseyle konuşmama hakkım saklı.





Rica ediyorum silkelen ve kendine gel. Annemin doğumgününde müziği bırakacağını öğrenmek benim için çok ağır bir tecrübe oldu, yapma bunu genç dimağlara.


Daha benim filmlerimin soundtrack'ini yapacaksın, bizim salonda mini konser vereceksin, hatta ayran gününde BAL'a geleceksin. Ölünceye kadar sanatçısın işte, şarkı yazmaktan zaten alamayacaksın kendini. Biliyorum, her maceran bir şarkı olacak, benim sanat lanetim gibi bu da senin lanetin. Gel kendini de bizi de yorma.


3 paragrafta 10 defa hayal, 1 defa sanat, 4 defa yogunluk geçen basit, avam bir yazıyla veda edemezsin. Diğer hayranlarını bilmiyorum ama bana bunu yapamazsın. Çok ciddi söylüyorum evini filan basarım Teo, bunu yapamazsın işte.

Sevdiğim birinin böyle gitmesine göz yummak istemiyorum, Chabrol'ü gömmüş biri olarak. Teşekkürünü de kabul etmiyorum. Muhtemelen ruhun duymayacak ufak çaplı isyanımı ama olsun artık.

Kendine iyi bak, yalancı.



-iş bu yazıyı yazmama, bu kadar atar yapmama sebep na burada. daha duygusal bir şey yazabilirim sanıyordum, ama yine saçmaladım. hadi görüşürüz.


Magazinsel Bir Mucizenin Analizi

Sabahın -benim için- hayli erken saatlerinde bürodan bildiriyorum dear okur. Çok meşgul olmama rağmen magazin haberlerine vakit ayırdığım yetmiyormuş gibi hadi dedim, bu denli müjdeli bir haberi siz de duyun.

Na burda diyor ki Galatasaraylı milli futbolcu Arda Turan'ın sevgilisi Sinem Kobal nihayet gözlerimize Clockwork Orange stili işkence çektirmekten vazgeçip kamera arkasına yol alıyormuş.

Parmaklarım olması gibi ulvi bir haslete sahip olduğum için konu hakkında yorum yapmam gerektiğini hissediyorum.








Küçük Sırlar’ın başrol karakteri Su’ya hayat veren (1) Kobal, kendi yapım şirketiyle televizyonlara program yapıp, satacak. (2) Ve çok özel oyunculuk projelerinin dışında, (3) kamera arkasına geçerek hayalindeki projeleri gerçekleştirecek.

Ayakligazete.com’ın haberine göre, Hatta ilk projesi için TRT’yle (4) masaya oturdu bile. Genç yıldız, şu sıralar ünlü oyuncularla röportajların ve kamera arkası özel görüntülerin (5) yer alacağı programının görüşmeleri için İstanbul-Ankara arasında mekik dokuyor.

Sevilen gençlik dizisi Küçük Sırlar’ın başrolünde yer alan Sinem Kobal, sezon boyunca dizideki öpüşme sahneleri yüzünden Arda Turan’la yaşadığı krizlerle hep gündemdeydi. Galatasaraylı milli futbolcu Arda Turan’la (6) evliliğe yelken açan bir ilişki yaşayan Kobal, sevgilisinin de karşı çıkmasının etkisiyle dizinin senaryosundaki öpüşme sahnelerinde oynamamıştı. (7)

Arda Turan da Sinem’in yapımcılığa geçmesine destek veriyor. Güzel yıldızın, kameranın önünde olmasındansa, arkasında bir iş seçmesini telkin ediyor. (8)



1. hayat veren: Şimdi burada ufak bir problem var. Yani ben ve normal insanlar 'hayat vermek' gibi bir tabiri gerçekten yetenekli oyuncular için sarf ederiz.
Mesela; "Severus Snape'e hayat veren Alan Rickman, '97 yılında The Winter Guest isimli filmde de yönetmen koltuğuna oturmuştur." doğru ve onaylanan bir cümleyken; "Sinem Kobal, Küçük Sırlar'ın baş karakteri Su'ya hayat veriyor." cümleciği eşyanın tabiatına aykırı olup, pek çok çevrede tepki gören, onaylanmaz bir cümledir.
Arka sıra, evladım gülünecek bir şey varsa söyleyin hep beraber gülelim. Hallah hallaaaaah. Evet nerede kalmışık; 'İlla ki bu cümleyi kuracağım, bu cümlesiz yaşayamam, hayatım boyunca bu cümleyi söylemek için yanıp tutuştum.' diyorsanız uygun bir noktalamayla bu gramer faciasını lehinize çevirebilirsiniz: "Sinem Kobal, Küçük Sırlar'ın baş karakteri Su'ya hayat veriyor(!)" ya da, "Sinem Kobal, Küçük Sırlar'ın baş karakteri Su'ya hayat veriyor."
Yazı dilinde uygun kullanım böyleyken, konuşma dilinde yükleme kazandıacağınız alaycı bir dudak bükme sizi muhabbet ortamının kralı yapabilir. Duydunuz zilin sesini, ders bitmiştir. Yazılıda da çıkar bunlar.


2. satacak: Eğer ki bir daha kameranın önüne geçmeyeceğine söz verirse çok deli satar söyleyeyim. Ben kendi adıma bütün kopyalarını satın alabilirim. Ama dizide güzel kız kontenjanından yer aldığını -oynadığını demiyorum dikkat ettiysen- düşünürsek, görünmediği yapımlarının elinde patlaması da pek tabii muhtemel, sevinemk için bekleyip görmek lazım.


3. çok özel oyunculuk projelerinin dışında: Şimdi bana herhangi biri 'çok özel oyunculuk projesi' derse fesatlaşırım. Acayip fesatlaşırım. Ama söz konusu Sinemciğim olduğunda aklıma naif şeyler geliyor. Mesela Oyunculuğa Giriş 101 dersi alması gibi. Ya da balmumu heykelini yaptırıp kamera karşısına onu koyması gibi -ki galatasaraylı milli futbolcu arda turan'ın kıskançlık krizlerine birebir- sempatik şeyler.
Bir bunları düşünün, sevinin. Sonra da bunların dışında bir şeyler yapmak istediğini düşünün, üzülün.


4. TRT'yle: TRT'nin tiyatro oyuncularıyla çalıştığı yapımları pek seven biri olarak bu gelişme karşısında küçük dilimi yutmaktan kendimi alamadım.


5. kamera arkası özel görünütüler: Bak yine fesatlaşıcam ama fesatlaşamıyorum. Zira gözümün önüne prompterdan okurken satır atladığını fark edip kahkaha atmaya başlayan, yüzündeki birtakım fondöten zerrecikleri yok olduğu için panikle kulise kaçan, ne söyleyeceğini unuttuğunu otuz saniye kadar sonra fark eden sempatik bir sarışın geliyor. Hehe. Yirim.


6. Galatasaraylı milli futbolcu Arda Turan: Koskoca haber metinndeki kayda değer tek edebi partikülü buldum çıkardım. Nasıl uzun bir tamlamadır Yarabbi, futbolcu Arda Turan de geç. Hatta futbolcu bile deme, hepimiz Arda Turan'ı tanıyoruz. Bu ne etiket kaygısıdır yahu. Resmen sanatlı bir anlatım söz konusu.


7. oynamamıştı: İşte bu Türk halkının şansıydı. Hatırlar mısınız bilmiyorum, -ki niye hatırlayasınız saçma bir dizinin saçma bir sahnesiydi ya, usulen soruyorum.- bir bölümünde -yalnız hatırlar mısınız diye başlayıp araya bir kısa çizgi sokuşturmamla sıkıntıya girdiğini fark etmedim değil dear okur.. *hatırlar mısın? *neyi?!!!- bu baş kahraman Su depresyonlara girip girip çıkmış, kendini bir fotoğrafçının kollarına atmıştı. Sonra da sözde şuh bakarak poz vermişti.

İşte o bakışlar var ya, günlerce kabuslarımın baş kahramanı oldu. Yani oyunculuk yeteneği böyle bir şey, nasıl da etkilendim.. Düşündükçe tüylerim ürperiyor.
İşte bu şuh bakamayışlı oyucunun bir öpüşme sahnesinde oynaması fikrinin bile eline hiçbir Alfred Hitchcock filmi su dökemez.


8. Arda Turan da Sinem’in yapımcılığa geçmesine destek veriyor. Güzel yıldızın, kameranın önünde olmasındansa, arkasında bir iş seçmesini telkin ediyor. : Yazıyı burada bitirip yorumu okuyucuya bırakıyor, Arda Turan'a hınzır bir gülüş yolluyorum.

Gözünüze Afiyet, Çizimlerimi Yayınlıyorum da..

Erken saatlerde yazdığım nadir yazılardan biriyle karşındayım dear okurcuğum. Yaklaşık 2 hafta kadar önce formspring'deki bir soru sorancığıma çizimlerimden birini burada yayınlayacağıma söz vermiştim. Eheh, rötarıyla ve faiziyle sözümü tutuyorum, yeteneksizliğimin kusuruna bakmayınız.



















Picasso sapıklığımın bir eseri. Aynı zamanda Can Yayınları kendini kaybetmeden önce Şeker Portakalı'nın kapağında bu vardı. -hangi akla hizmet bilemiyorum, gidip bisikletli bişey koydular güvercinli kız yerine. ayıp.- Hâlâ Zeze dediklerinde de aklıma bu gelir. Sanırım geçen sene yapmıştım, şimdi üzülerek fark ediyorum ki eteği çok beyaz olmuş. -geri kalanı hayli düzgün ya, eteğine takılıyorum.- Görüntü kalitesi de Nokia c6. Ayrı bir yazı konusu adeta.
--o fiş orada çünkü altında adım yazıyor. evet, adımı kamufle edecek daha yaratıcı bir şey bulamadım :)







Eheh bu da Death Note'dan L beyefendi :) Orijinali daha karizmatik. Gölgelendirme konusunda ne kadar kötü olduğumu adeta yüzüme yüzüme çarpan bir çizim olmuş bu da. Sağ olsun var olsun.




Bu şirin şey de çocukluğumun çizgi filmlerinden Powerpuff Girls'ün bir kahramanı, Buttercup. Sahi, hâlâ yayınlanıyor mu ki Powerpuff Girls? Mojococo diye harika ötesi bir kötü kahraman ismini şimdinin çizgi filmlerinde bulamıyorum da :/


Bu manasız da bir karalama aslında. Telefonla konuşurken köşelerden taramaya başlamıştım, düşün artık nasıl sıkıcı bir telefon konuşmasıydı.. Sol üst köşe bu kadar parlak değildi ama dediğim gibi Nokia c6 kalitesi böyle bir şey, boru değil 5.0 mp. -megapikselle kameranın müthişliği arasında 1/1lik oran olduğunu sananlara selam olsun-

Pinokyo'yla Ben, Sadece Arkadaşız!

Deep'in yolladığı mimlerden birini yazıyorum pek tabii :) Konu yine başlıktan da anlaşılamayacağı gibi yalan hakkındaki düşüncelerim.


Yüksek Ökçeler'i hepiniz bilirsiniz herhalde. Olay bir konakta geçer. Evin hanımı kısa boyundan şikayetçi, hep yüksek ökçeli pabuçlar giyer. Ve sevgili yüksek ökçeleri navigasyon cihazıymışcasına evin namuslu çalışanlarına hanımın nerede olduğunu bildirir ki onlar da namuslu hayatlarına devam edebilsin.
Bir gün sağlık nedenleri dolayısıyla yüksek ökçeler rafa kalkar, yerine pofidik terlikler gelir. Hiç ses çıkarmaz bu terlikler, hanım nerede ne yapıyor anlamak mümkün olmaz. Haliyle konaktaki namuslu, dürüst çalışanlar kendilerini muhafaza edemezler, namusları da dürüstlükleri de elden gider. Sessizce onları izleyen hanımları konakta fır dönen dolaplar yüzünden çok daha rahatsız olduğunu fark edip güzel yüksek ökçelerine geri döner.


Yalanla aramızdaki çalkantılı ilişkiyi bundan daha iyi anlatan bir öykü bulamam sanıyorum.
Evet, bazen ben de bazı gerçekleri saklama ihtiyacı duyuyorum. Ama berbat bir yalancı olduğum için genelde retorik denen muhteşem sanat yardımıma koşuyor.
Yalanı yaklama konusunda pek başarılı değilim, ama rasyonalizme duyduğum büyük tutku bazı gerçekleri bir şekilde bilememe olanak sağlıyor. Yine de ayakta uyutulmaya hayli müsaitim.

Eğer yalanı performe eden zat benim için pek de kıymetli değilse öyküdeki gibi yaşamaya devam ederiz. Ama sevdiğim, değer verdiğim biri bana yalan söylerse bir parça şirretleşirim. Elm Sokağı'nda kabus görürüz birlikte. Zira birini seviyorsam güvenebilmem gerekir, güvenemiyorsam zaten sevmiyorumdur.

El Amor en Los Tiempos del Colera



En sevdiğim Latin, Gabriel Garcia Marquez'dir şüphesiz. Yanakları mıncıklanır ki onun.


Ve bu arada, /haviyer/. Söylemekten bıkmadım, /haviyer/. Hatta /ibitha/. İspanyolca'ya saygı kuşağıın sonuna geldik böylece -ödül bekliyorum bu çabalarımdan ötürü, duy sesimi ispanya, kolombiya!-. Kendine iyi bak dear okur.

Yaş Odunla Ağızlarına Ağızlarına Vurulasıcalar!

Deep'in sponsorluğunda bir yazıyla daha karşındayım dear okur. En son geçen yüzyılda yazı yazdığımın farkındayım, komşunun batmasından istifade ada görmeye gittim.
Malum, 2015'e kadar adaları elden çıkartacaklarmış. Dedim Kos'u alsam ne güzel olur. Şimdilik 461 liram var, destek çıkarsanız adayı aldıktan sonra bulvarlara sokaklara isminizi veririm. -politika damarlarımda akıyormuş, şu an keşfettim.- Birkaç milyon dolar tek ihtiyacım. Orada Geveze Cumhuriyeti'ni, ya da ne cumhuriyeti yaaa Geveze Krallığı'nı kurmayı planlıyorum. Oh.

Konuyu dağıta dağıta nerelere geldim fekat. Mimim var, onu yazacağım: Gıcık olduklarım.



  • Matematik. En saf haliyle, gerek dört işlem gerek modüler aritmetik. Nefret ediyorum, gıcık oluyorum.

  • Naylon poşet insanları. Onlar ki küresel ısınmayı hiç ciddiye almaz, onlar ki 'Ben öldükten sonra penguenleri kim takar oolum yeeeaaa' der. Geveze ki onları yaş odunla döver.

  • B sınıfı filmler. Bugün bir sinema endüstrisinden söz edebiliyorsak sebebi bu filmlerdir kanımca.

  • Amerika. Hakikaten, Kafka'cığım yazsa bile sevemiyorum. Bir soğukluk var ki içimde, sorma gitsin. -o da bana bayılıyordu zaten olanca 250 milyon nüfusuyla..-

  • El bileklerim. Özellikle de sol. Zira durduk yerde inciniyor ve beni deli ediyor. Sorumluluklarının farkında olmaması da cabası. Saat taktığım bilekte bir oturaklılık, bir saygı arıyorum efendim. -oturaklılık dedim ya, ananem resmen gururdan ağlayacak şu anda.-

  • Sabahları uyanmak. Evet, sabah uyanmak istemiyorum ben, gece uyanmak istiyorum. Gün ışığını göre göre uyanmak çok sinir bozucu. Saat 9 da olsa 12 de olsa az uyumuşum gibi geliyor.

  • Kabuğu soyulmamış domates. Yerken o kabuk öylesine gıcık ediyor ki beni.

  • Fransızca ve/veya İspanyolca bildiğimi bir şekilde duyduktan sonra benden o dilde küfür öğrenmeye çalışan insanlar. Öylesine deli ediyorlar ki beni..
    'Fransızca/İspanyolca konuşsana biii..' diyenlere gıcık olmuyorum mesela, onlar öylesine naif, şirin insanlar ki. En güzel duygunun insanı onlar! Sırf onlar için ezberimde 11 İspanyolca, 6 Fransızca şiir var. Okuyorum, mutlu oluyorlar.
    Ama o küfür insanları fıtık ediyorlar beni. Günlük konuşmayla böylesine ilintili bir şeyde yetkin olmam için o ülkede en azından birkaç ay bulunmam gerektiği gerçeği bir yana -ki ben ne fransa'ya ne ispanya'ya gittim. ühü.- neden küfür öğrenmek isteyeyim ki yahu!

  • Öğrencileri SBS puanlarıyla sınıflandıran manyaklar. Yerleştirme puanımın 491 olması beni Albert Einstein yapmıyor, sakin olun lütfen! -ama onun kadar güzel dil çıkartırım, o ayrı.-

  • Notla tehdit eden öğretmenler. Çölde kaybolmuş yolcuyu susuzlukla tehdit etmekle aynı şey bu yaptığınız.

  • Aşırı duygusal insanlar. Ama çok aşırı böyle. 'Gevezee, elbisem nasııl?' diye çirkiiiin mi çirkin bir elbiseyle çıkıp geldiklerinde 'Eehem, fena değil :)' gibi bir yanıt alıp da 'Sen beni hiç sevmiyorsun ama yaa, hep bana soğuk davranıyorsun zaten.' diyen korkunç insanlar. Gıcık ediyorlar beni.

  • Kaybolan eşyalar.

  • Heyecanla yaptığım programımın dış etkenler yüzünden bozulması.

  • Sabit fikirlilik.

  • Yüzmek. Çok sıkıcı. Bir sporda heyecan ya da rekabet olmaması uykumu getiriyor.

  • Sarı.

  • Fırfır.

  • Odamı toplamak zorunda kalmam.

  • Diplerimin çıktığını göre göre 'Saçının kendi rengi mi buu?' diye soran insanlar.

  • Bembeyaz ayakkabılarını her daim temiz tutan insanlar. Çok kısıkanıyorum onları, öyle böyle değil.

  • Kırılan ucun kalemin içine sıkışıp kalması. Kanser bile eder insanı.

  • Ütüsü bozulmuş gazete. Sayfaları cetvelle ayarlanmışcasına muntazam bir düzene sahip değilse bir gazeye okunmaz bence. Hep diyorum benim gibi takıntılılar için zımbalasınlar şu gazeteleri diye ama kimsecikler duymuyor sesimi. Sırf bu yüzden kapıda pusu kuruyorum evdeki herkesten önce gazeteye ulaşmak için.

  • Kağnı hızında bilgisayarlar.

  • Şiir okuduğunu zannedip aslında bağıran, ağlayan, sümküren ve tükürenler. İçim sıkışıyor onları görünce.

  • Yazılı olmak. Çok geriyor beni.

  • Sıcak hava. Sırf bu nefret yüzünden emeklililk günlerimi İzlanda'da geçireceğim. Hatta manyaklığın dibine vurup tanıdıklarımı İzlanda'daki yazlığıma davet edeceğim. -şair burada ne demek istemiş: kimse gelemeyeceği için bir başıma serin havada björk dinleyip aurora izleyeceğim. nihohoh-

Gorki'nin Çocukluğu Halt Etmiş!

Dikkat: ÇOK u z u n bir yazı.

Merhabalar dear okurum, canım ciğerim, bir tanem. Bugün burada bulunuş amacım yine bir mim, hep bir mim. Deep ve Uykucu beni yaklaşık 6 ay kadar önce mimleme inceliğini göstermişler, ama ben o incelikten yoksun bir odun olduğum için daha yeni cevap veriyorum.

Konu, -başlıkta hiçbir ipucu vermememe rağmen kolaylıla tahmin edebileceğini bildiğim- çocukluğum. Az laf çok iş -bunu benim söylemem tabii ki ucuz ironiden başka bir şey değil-, başlıyorum.

*****

Konuya tabii ki Geveze'nin doğumuyla başlıyoruz.. Yanımda Senirkent Doğumevi'nden bir ebe var. Kendisi izlenimlerini bizimle paylaşacak.

"Yıl 1996. Takvimler 18 Şubat'ı gösterir, saat gece 10'u geçerken süpersonik bir insan, aynı zamanda bir doktor hanfendi doğumhanemize teşrif etti. Kendisi Geveze'nin annesiydi.
"Saat 11'e 20 kala o kış gecesi birden ısınıverdi, gökteki yıldızlar daha bir parlak; ay ise daha bir tabbak gibiydi. Etraf birden sessizleşmiş, bütün dünya bir bekleyiş içine girmişti. Derken doğumhanemizin etrafı bir ışık halesiyle kaplandı.

"Tam o heyecanlı bekleyiş anında Fransa'da kendini bilmez bir çikolata şefi işini yapmaya devam ettiği için zavallı çocukcağız bir çikolata bağımlısı olarak dünyaya geldi. Tabii ki o muhteşem sessizlik bozuldu, zira küçük, sevimli ve huysuz Geveze'cik doktora 'Neaaber moruk! Agugahahahah!' diyerek hepimizi şaşkınlığa gark etmişti.

"Bu şaşkınlığın ardından birkaç gün geçti geçmedi ki, Isparta'ya bir bolluk bir bereket çöktü. İnsanlar daha mutlu, güller daha kokuluydu. Bense tüm bunlar arasındaki bağlantıyı aradan geçen 16 yıldan sonra kurabiliyorum. Geveze sağ olsun, Isparta'mızın tarhinide bir mihenk taşı. Bugün Isparta'yı Isparta yapan o muhteşem şubat gecesidir..."

-evet, böyle mübarek bir insan olduğumdan daha önce size hiç söz etmediğimi biliyorum. tevazu başka bir şeye benzemez tabii-

Bu harika doğumdan sonra sarılık olmuşum. Kanımın değişmesi gerekmiş, ve benim kahraman ananem bana kan vermiş. Başka bir deyişle, ananemle ben kan kardeşiyiz.
Belki de bu yüzden, ananemle aramdaki ilişki klasik bir anane-torun ilişkisinden çok daha fazlası oldu hep.
Ananem bana bakmak için doğduğumdan beri bizimle kalıyor. Ki kendisi benim ilk öğretmenim, ilk sırdaşım, ilk arkadaşım ve birçok şey daha.

Çocukluğum da bu motiflerin etrafnda dönüyor zaten. Kelimenin tam manasıyla bir apartman çocuğu olduğum için hiçbir zaman etten kemikten arkadaşlarımın sayısı çok olmadı. Daha çok boyalarım ve kitplarımla eğlendim diyebilirim.
Bir sürü hikâye kitabım vardı, anneme, ananeme, dayıma ve teyzeme okuta okuta ezberlemiştim. -ki bu ezberlerin okumayı öğrenmemde büyük bir payı var- Birinden birini kıstırdığımda bütün kitaplarımı baştan sona okuturdum ve bu da malum, saatler sürerdi. Birkaç defa dayım satır, sayfa filan atlayarak okumayı denemiş ama yememişim yani: 'Hayıır, orada şu vardı!!!11! Hayır, yanlış okuyorsun!1!!!'

Sokak maceralarım hiç olmadı. Evde legolarım, yapbozlarım, teletabilerim ve ananemle zaten çok eğleniyordum, eksikliğini hissetmedim diyebilirim.
Hatta onların yerine ballandıra ballandıra anlattığım tiyatro anılarım oldu. -ben küçükken annem ankara dt'de kurum doktoruydu ve bu benim için zamanın en forslu işiydi.- Arkadaşlarıma hâlâ Rüştü Asyalı'nın başımı okşayışını, benimle muhabbet edişini bir Oscar töreniymişcesine anlatırım :))

Sanırım arada manyaklaşmamın sebeplerinden biri de küçükken yüksek dozda aldığım Esra Ceyhan. Zira küçüklüğümde tam bir televizyon bağımlısıydım. Sırf bu yüzden mutfakta duran televizyonu uyuduğumuz odaya taşımıştı annem, televizyonsuz uyumuyordum çünkü.

Fazla hareketli olduğum için pek zapt edilemediğimi anlatır annem hep. Ananem evde beni oyalamak için daha 4 yaşındayken filan matematik öğretmişti bana. Durmadan sayıları birbiriyle çarpıp çıkartıp oyalanmışım bir süre. Ama ondan da sıkılmışım. 4,5 yaşındayken fiilan da okumayı keşfedişimi buna bağlıyorum: uğraşsızlık.
Ama bu bilimsel çalışmalar enerjimi harcamamda bana pek yardımcı olmadığı için spora başlatmaya karar vermişler. Byoum da hayli kısa olduğu içn basketbolun iyi bir seçim olacağı kanısına varmışlar.
İyi de yapmışlar. Zira Efes'te çok ama çok eğlendiğimi hatırlıyorum. Bayılırdım oraya. Tiyatrodan sonra en büyülü yerdi benim için.

Derken okula başlamışım işte. Anaokulunun yeri ayrı olsa da genel itibariyle belli saatler arasında belli bir mekanda bulunup bana söylenenleri yapmak pek hoşuma gitmiyordu. Etrafımdakilerin de bu kadar yavaş öğrenmesi pek yardımcı olmuyordu, ÇOK sıkılıyordum. Bu yüzden müdür yardımcısı annemle konuşup bana sınıf atlatmayı teklif etmiş. Ama annem kabul etmemiş.
İyi de yapmış aslında, yaşıtlarımla birlikte okumam daha mantıklı bence.


Evet, bu çocukluğumun Ankara'da geçen kısmı. Bir de Aydın var pek tabii.
Ankara'da Aydın'dakienden daha sosyal olduğumu söyleyebilirm. Daha çok arkadaşım vardı ve özellikle birkaç tanesiyle frekansımız tutuyordu, her şeyi konuşabiliyorduk ve birlikte çok eğleniyorduk.
Ama Aydın çok farklıydı. Şehir ufacıktı, mabedim tiyatro yoktu, insanlar değişikti, iklim değişikti. Suları bile kireçliydi! Kimse beni anlamıyordu, kimse okuduğum kitapları okuyup izlediğim filmleri izlemiyordu. Haldun Dormen'i tanımıyorlardı bile.
Okul değiştirene kadar epey asosyaldim Aydın'da. Yazıp çizmeye abandığım dönemlerdi. Yetenekli olduğumu keşfedişim çok güzel bir duyguydu. Demek ki farklıydım, o yüzden böyle oluyordu. -egom boyumdan büyükmüş yahu-

Günlük tuttum, defterler doldurdum. Ama birilerinin okumasını istiyordum, defterler bana yetmiyordu. Derken blogumu açtım.
Bu sıra okul değiştirdim. Öğretmenlerimi çok ama çok sevdim; beni dinliyor, benimle vakit geçirmekten hoşlanıyorlardı. Sınıfımdakilerle kaynaşmam için epey uğraştılar. Büyümenin de getirdiği bir sosyalleşme çabasıyla pek çok arkadaş edindim, dünya gözüme daha güzel görünmeye başladı.


Çocukluğumun özeti budur herhâlde. Şimdi uykucu'mun mimine geçeyim o halde. 'Ben çocukken .... sanırdım'


  • Ben çocukken çikolatanın bir element olduğunu sanırdım.

  • Ben çocukken dünyada hâlâ keşfedilmemiş kıtaların olduğunu sanırdım.

  • Ben çocukken herkesin Türk olduğunu sanırdım. Mesela İngilizler de Türk'tü, İngiliz demek o dilde Türk demekti aslında. Yani hepimiz aynıydık, ifade ediş biçimimiz farklıydı.

  • Ben çocukken birini ikinciye öptüğümde öpücüklerini geri verdiğimi sanırdım.

  • Ben çocukken Rusya'nın hâlâ Puşkin'in, Gorki'nin veya Dostoyevski'nin anlattığı gibi bir yer olduğunu sanırdım. -çok ütopikti benim için. ideal ortam gibi düşün-

  • Ben çocukken insanların ölünce lavabodaki su gibi kaybolduğunu sanırdım.

  • Ben çocukken 'McDonald'a klipsi yook' diye bir reklam metninin olabileceğini sanırdım.

  • Ben çocukken Prens Charles'ın kral olduğunu sanırdım.

  • Ben çocukken sayların birer karakteri olduğunu sanırdım. -bir Pisagor olma potansiyeli taşıyormuşum-

  • Ben çocukken Amerika'nın ,AB'ye üye olduğunu sanırdım. -coğrafyam zayıfmış.-

  • Ben çocukken başkenti İstanbul sanırdım. -Ankara olduğunu öğrenince çok gururlanmıştım.-

  • Ben çocukken bir Kelt'in reekarnasyonla 2000lere gelmiş hali olduğumu sanırdım.

  • Ben çocukken Cüneyt Arklın'ın isminin Cüney Tarkın olduğun sanırdım. -ulamanın suçu-

  • Ben çocukken Peter Pan'in gerçekten varolduğunu sanırdım.

  • Ben çocukken Tarkan'ın gelmiş geçmiş en süper şarkıcı olduğunu sanırdım.

  • Ben çocukken Enflasyon Canavarı'nın elinde bono ve çeklerle gezen, canı itediğinde her şeyi enflasyona uğratan manyak bir ekonomist olduğunu sanırdım.

  • Ben çocukken yavru kedilerin hiç büyümediğini, hep yavru kaldığını sanırdım. Enikler büyür, yavru kediler öyle kalır.


Evet, bu devasa yazının da sonuna geldik dear okur. Buraya kadar gelebildiysen alnından öptüm.
Deep beni çok mimlemiş, daha bir sürü mim yazacağım. Takipte ol.