Deep'in yolladığı mimlerden birini yazıyorum pek tabii :) Konu yine başlıktan da anlaşılamayacağı gibi yalan hakkındaki düşüncelerim.
Yüksek Ökçeler'i hepiniz bilirsiniz herhalde. Olay bir konakta geçer. Evin hanımı kısa boyundan şikayetçi, hep yüksek ökçeli pabuçlar giyer. Ve sevgili yüksek ökçeleri navigasyon cihazıymışcasına evin namuslu çalışanlarına hanımın nerede olduğunu bildirir ki onlar da namuslu hayatlarına devam edebilsin.
Bir gün sağlık nedenleri dolayısıyla yüksek ökçeler rafa kalkar, yerine pofidik terlikler gelir. Hiç ses çıkarmaz bu terlikler, hanım nerede ne yapıyor anlamak mümkün olmaz. Haliyle konaktaki namuslu, dürüst çalışanlar kendilerini muhafaza edemezler, namusları da dürüstlükleri de elden gider. Sessizce onları izleyen hanımları konakta fır dönen dolaplar yüzünden çok daha rahatsız olduğunu fark edip güzel yüksek ökçelerine geri döner.
Yalanla aramızdaki çalkantılı ilişkiyi bundan daha iyi anlatan bir öykü bulamam sanıyorum.
Evet, bazen ben de bazı gerçekleri saklama ihtiyacı duyuyorum. Ama berbat bir yalancı olduğum için genelde retorik denen muhteşem sanat yardımıma koşuyor.
Yalanı yaklama konusunda pek başarılı değilim, ama rasyonalizme duyduğum büyük tutku bazı gerçekleri bir şekilde bilememe olanak sağlıyor. Yine de ayakta uyutulmaya hayli müsaitim.
Eğer yalanı performe eden zat benim için pek de kıymetli değilse öyküdeki gibi yaşamaya devam ederiz. Ama sevdiğim, değer verdiğim biri bana yalan söylerse bir parça şirretleşirim. Elm Sokağı'nda kabus görürüz birlikte. Zira birini seviyorsam güvenebilmem gerekir, güvenemiyorsam zaten sevmiyorumdur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder